Karanlık, her yönüyle zifiri karanlık bir dünyada yaşıyoruz. Ruhumuzu kirletip, benliğimizi coşturan, dünyamızı imar edip ahiretimizi harab eden her türlü fücurun kol gezdiği bir dünya. Bizi Allah ﷻ’ın rahmet denizinden uzaklaştırarak, masiyet bataklığında boğmaya çalışan bin bir çeşit saikle mücadele veriyoruz. Yol uzun, göstergeler çelişik, hedef kayıp ve zihnimiz bulanık. Olmazların zoru içinde varmaya çalıştığımız menzil görünmüyor bile. Böylesine belirsiz bir alemde önümüzde bulduğumuz, yolumuzu aydınlatan, daralan gönlümüze ilaç, kararan dünyamıza bir siraç, bir kandildir o.  Görme kabiliyeti olup da ışığı görebilenler için bir ziyadır o. Görme duyusunu yitirmiş, gözüyle, gönlüyle köre dönmüş mahrumlar içinse kuşluk vakti parıldayan bir güneş.

Her şey bitti dendiği bir zamanda meydan yerine çıkarak “Allah ﷻ’ın dini, Muhammed Mustafa ﷺ’ nın davası dünya var oldukça bâkî kalacaktır diye haykırdı zamana. Olmazları olduran tecdidiyle yeniden aslî şekline döndürdü din-i İslam’ı. İnsanları dinsizleştirmek için tüm imkanlarını seferber edenlere sarsılmaz dirayetiyle karşı koydu. Kapitalizmin bankalarının işgal ettiği sokaklarda, seneler sonra onun yetiştirdiği binlerce talebe, hoca ve minik hafızlar arz-ı endâm ediyordu irşadıyla.

Bu yolda Canımızı Feda Edeceğiz

“Bu yolda canımızı feda edeceğiz. Ben yoruldum, kolum, bacağım ağrıdı demeyeceğiz” diyerek teşvik etti bizleri çalışmaya. Her mahallede bir erkek ve kız medresesi açmanın Allah ﷻ’ın ahkâmının yeryüzünde hakim olmasına anahtar olduğunu söyleyerek hedef gösterdi bizlere. Yorulmadı, usanmadı, tüm cehdi ve gayretiyle çalıştı i’lâyı kelimetullah için. Koca bir ömür sermayesini hiç tereddüt etmeden koydu ortaya Cennet mukabilinde. Ruhunun azametine yetişemeyen bedeni bitap düşünce, kendisini muayene eden doktorun şaşkınlık ifade eden şu cümleleri geçti zamanın kaydına: “Bu şahıs 80 yaşında ancak bedeninde yüz elli yıllık bir yorgunluk var.”

Sıradan bir insanın takatini fersah fersah aşacak seviyedeki çalışma azmi ruhunun yüceliğinden geliyordu. Yüce şahsiyetlerin yüksek hedeflerinin olduğu bilinen bir hakikatti. Şairin ifadesiyle, ruhlar yüce olunca cisimler onların muradını yerine getirmekte yorgun düşüyordu. Ve de öyle oldu. Yarım asrı aşan irşad faaliyeti bedenen yorgun kılmıştı onu. Buna rağmen ziyaretine gelip de halini soranlara asla şikâyetlenmiyor “bir şeyim yok elhamdülillah, biraz yorgunum” diyordu. Onun bu davranışının altında “Aşığım dersen belayı aşktan âh eyleme, âh edüp ağyârı sırrından âgâh eyleme” beytinde vurgulanan ulvî mana yatıyordu.

Çorak Vadide Yetişen Güller

Tekkeleri kapatılmış, zaviyeleri lağvedilmiş, alfabesi değiştirilmiş ve kendi öz kimliğinden kopartılarak kökleri kurutulmuş çorak bir toplumda yetiştirdi güllerini. Tek başına başladığı irşad faaliyeti zamanla binlere, milyonlara ulaştı. Köy köy, kasaba kasaba gezerek irşad ettiği insanlar on olarak, yirmi olarak icabet etti davetine. Onu ayrıcalıklı kılan mümeyyiz vasıf,  ilim ve tasavvufu cem etmesiydi. Bir tek sünneti kasten terk ettiğini görenlerin arkasında namaz kılmamalarını söyleyebilecek bir istikamete sahipti. Mübarek dilinde zikri nefes gibi daimi kılan bu istikamet, kimselerin olmadığı zamanlarda başlayan irşadının irşad olmayan kimsenin kalmadığı bir zeminle sonuçlanmıştı. Sünnet-i seniyyeye ittiba yolunda sinesinde taşıdığı samimiyet, bu yolda titizlikle hareket eden binlerce talebe ve hocanın yetişmesine vesile olmuştu.

İlme teşvik ettiği müridanı bir zaman sonra ilim merkezi haline gelen bir camianın alim neferleri haline geldi. Onun o bereketli çalışmaları, ihlaslı gayretleriyle artık her sokaktan kelamullahın sesi yükseliyor, kadını ve erkeğiyle peygamber mirası ilme varisçi olabilmek için gayret ediliyordu. Sarf, Nahiv, Belağat, Mantık, Münazara, Tefsir, Hadis, Fıkıh, Kelam, Usul-i Fıkıh, Usul-i Hadis gibi bil cümle şer’î ilimler revaç bulmuştu teşvik ve irşadıyla. Kur’an hamili, hafız-ı kelam çocuklar da onun bereketiydi. Cenab-ı Hak onu, nasıl ahiret zengini olunabileceği noktasında insanlığa bir numune olarak yaratmıştı sanki.

İhvanının Hem Mürşidi Hem Babası

O, ihvanının hem mürşidi, hem hocası ve hem de babasıydı. Herhangi bir sıkıntısı olan çözümü onun hallinde bulur, manevi bunalıma giren onun nasihatleriyle tedavi olurdu. Müminler arasındaki küskünlükleri gidermeye çalışır ve bu hususta her türlü fedakârlığı sergilemekten geri durmazdı. Bir kardeşine dargın olan bir müridine onu affetmesi için adeta dakikalarca ricada bulunduğu müşahede edilmiştir. Zaman olmuş, annesine sövdüğü için kavgalı olduğu bir şahsı affetmesi için bir müridine ricada bulunmuş, menfi cevap alınca “Tamam, ben o küfrü üzerime alıyorum, sen onun affet” dediği olmuştur. Devamlı ıslah, barış ve kardeşliğin tesisi için çalışmıştır.

İlk zamanların zor şartları altında medresede okuyan ve o günün maddi manevi sıkıntılarına göğüs geren talebelerin müşkillerini göğüslerdi. Herhangi bir sıkıntının izalesi için “Şöyle bir şey yaptırsak” denildiğinde sadece “olur” demekle kalmaz külfetini de üstlenme adına masrafını kendi cebinden temin ederdi. İslam kisvesine bürünmesini istediği kişilere sadece bunu tavsiye etmekle kalmaz “İlk kıyafet masrafın benden olsun” dediği de olurdu. Dedik ya, o sadece bir mürşit değil, aynı zamanda bir babaydı. Dara düşüldüğünde sırt yaslanabilecek ve nasihatleriyle teselli olunabilecek müşfik bir baba.

Herkesin Müşkilini Hallederdi

Herkes rahatlıkla ona ulaşır ve sıkıntılarını arz ederdi. Maddî sıkıntısı olanlar dahi onun kapısını çalardı. Geçim sıkıntısından dolayı derslerine katılmayı terk eden talebesinin durumunu öğrendiğinde evine gidip annemizin altınlarını alarak o şahsa vermiş ve “Evladım, dersleri terk etme” demişti. İnsanların müşkil ve problemleri kimi zaman onun ilmî müzakerelerine mani olsa da mübarek yüzlerinde asla bir rahatsızlık belirtisi dahi görülmezdi. Hocamız anlatır: Bir gün kendisine Mir’âtu’l-Usûl’den İktizâu’n-Nas bölümünü okuyorum. Okumaya başladım, birisi geldi sıkıntısını anlatmak için. Dersi durdurup sıkıntısını hallederek onu gönderdi. Tekrar okumaya başladık yine birisi geldi ve sıkıntısını arz etti. Onu da dinleyip müşkilini hallederek gönderdi. Bu durum tam on dört kez tekrar etti. Buna rağmen kendisinde en ufak bir rahatsızlık duyma emaresi görmedim.”

Bir Mürşitten de Çok Fazlası

O bir mürşitten de çok daha fazlasıydı. İnsanlar telefonlarla da ona ulaşır her nevi sıkıntılarını paylaşırlardı. Kimsenin sözünü kesmez, herkesi sabırla dinlerdi. Telefonda dinlediği insanın uzatması sebebiyle yorgunluktan telefonun elinden düştüğü zamanlar olmuştu. O, Cenab-ı Hakk’ın kullarına bir nimet olarak gönderdiği “hallâlu’l-meşâkil” idi. Dine hizmet uğrundaki çalışma yoğunluğuna ayak uyduramayıp yorgun düşen beraberindekilere “uykularımızı kabirde kaza edeceğiz” derdi. Düğün davetlerine uzak yakın demeden icabet eder ve teşrifini bahtiyarlık sayacak insanların gönüllerini şâd ederdi. Müslümanın Müslüman üzerindeki haklarından biri olan cenazesine iştirak vazifesini de hiç terk etmezdi. Bütün bunlar onun ulvî ruhunda bulunan “vefa” duygusunun bir tezahürüydü. Onun dünyasında vefa, sadece bir semt ismi olmaktan ibaret değildi. Bilakis tüm mahlukata gösterilmesi gereken bir vecibe idi. Öyle ki, onda bulunan vefa duygusu eşyaya bakışına bile sirayet etmişti. Yeni aldığı mestlerini kullanırken eski mestlerini de muhafaza ederdi ve bir kenara atmazdı. Eşyaya bakışı ve davranışı bütünüyle bundan ibaretti.

İmkanların kısıtlı olduğu zamanlarda hastalanınca ihvanından bir amca kendisine iğne vurur ve ilaç tedavisi yapardı. Sonraları doktor muayenesine geçince yine hasta olmuş ve bu amcamız kendisine iğne vurmak istemişti. Doktoru müsaade etmeyince amcamız mahzun bir şekilde geriye döndü. O güne dek kendisine her hastalığında yardımcı olmuş amcayı unutur muydu hiç? Düne kadar tüm zorluklarında yanında olan bu insanın şimdi kapıdan geri çevrilmesine gönlü razı olur muydu? Olmazdı tabi ve de olmadı. Doktor ayrılıp gidince gece vakti yanındakilere “Çağırın onu, iğneyi vursun” demişti.

Dünyayı Hiç Sevmedi 

Dünyevî menfaatlerin zerre kadar yeri yoktu onun dünyasında. “Zerre derdimiz yoktur şu dünyadan” buyurarak ifade ettiği bu hakikat hayatının her anında görülmekteydi. Elli-altmış metrekarelik bir evde hayatını geçirmiş ve her gece onlarca misafir ağırlamıştı. Mekan darlığından mutfakta bile yatanlar olur buna rağmen kimse geri çevrilmezdi. “İstirahatiniz için size filan yerde bir villa tahsis edeyim” diyenlere “Emsile’ye başlarsan beni daha çok memnun edersin” diyordu. Kendisine dünyevî anlamda hediyede bulunmak isteyenlere cevabı hep aynı olmuştu: “Pazar sohbetlerini kaçırmazsan daha çok memnun olurum.”

Dünyalıkların öncelendiği bir dünyada yüzü ahirete dönük bir hayat yaşamayı öğretti bize yaşantısıyla. Dünyevî süs ve eşyaya önem vermemeyi talim etti. Bütün bunları yaparken sadece anlatmadı. Aynı zamanda fiilen de işaret buyurdu ince hakikatlere. Evine yeni gelen buzdolabının kapısına çivi çakarak cübbesini oraya asması dünyevileşmeye vurulan ölümcül bir darbeydi. Keyfiyet, kaybedip kemmiyete sahip olmayı ilerleme sayan bizlere de büyük bir öğüttü bu. Ne olursa olsun kalbin dünyanın alâyişine kapılmaması gerektiğini ve nefsin bu uğurdaki iştiyak kapılarının kapatılması öğreten bir hikmetti baştan başa. Beş kuruş etmeyecek dünyevî imkanlarıyla caka satanlara karşı bu davranışlarının ne denli çocuksu olduğunu haykıran bir nida idi.

Kemmiyet Değil Keyfiyet

Dünyevî emellerle hakka hizmet edilmeyeceğini öğretti bizlere. Az olsun, öz olsun, buğday unu olsun sözünü örnek vererek kemmiyete değil keyfiyete bakmamız gerektiğini öğütledi. Kimi zaman şeytanın aldatmasının çok şey yapıyormuş gibi görünme suretinde meydana gelebileceğini nasihatledi. Bu ince ayrımdaki yegane ölçünün şeriate sımsıkı sarılarak meşayihin yolunu titizlikle takip etmek olduğunu gösterdi. Bu sebeple medreselere gelen yardımları sıkı bir elekten geçirdi. Kemmiyet olarak fazla dahi olsa medreseye yardım eden kişiye “Evladım, fabrikanda kadın çalıştırıyor musun?” diye sormuş “evet” cevabını aldığında kabul etmediği olmuştur. Zira mahremiyet gibi bir farizanın terk edilmesiyle kazanılan bir paranın Allah ﷻ’ın ve Resulü ﷺ’nün sözlerinin müzakere edildiği medreseye zarardan başka bir şey getirmeyeceği bir hakikatti. O büyük Allah dostu da maddenin manaya hizmet etmesi gerektiği anlayışından hareket ederek kabul etmemişti bunu.

Kemmiyetin öne çıkartılarak maksut haline getirilmesinin Allah ﷻ yolundaki hizmetin bereketini kaçıracağı inkar edilemezdi. Bu yüzden parasından şüphe bulunan insanların yardımlarını da kabul etmedi. Bu tarz paralar için “Biz bunu talebeye yedirsek talebe kudurur” buyurdu. Bu hassasiyet tam olarak “Ey peygamberler, temiz olanlardan yiyin ve salih amel işleyin” (Mü’minûn, 51) ayetiyle amel etmek anlamına gelmekteydi.

Hem İlim Hem Tasavvuf

Sadece ilim diyenlerin acziyet ve sathiliğini hem ilim hem tasavvuf diyerek koymuştu ortaya. Bir tek sünnetin terkine dahi rıza göstermeyen medrese anlayışıyla ulaşmadığı ne bir cadde ne de bir sokak kalmıştı. “Emsile bilen hocadır” diyerek teşvik ettiği cemaatini “Mir’at bilen hocadır” seviyesine çıkararak peyderpey yetiştirmişti. Daima kolaylaştırıcı olmayı tercih eden, tekellüften son derece uzak bir öğretim usulü vardı. Sohbetlerinde bir çocuğun bile kendisini anlayabilmesini amaçlayarak sade bir üslup kullanırdı. Bir keresinde bunun sebebini “Ben insanların beni anlamasını istiyorum” buyurarak tavzih etmişti.

İlim gibi bir mücevheri ona yaraşır bir mahfaza ile korumanın gerektiğini öğrettiği bizlere. İlmin afetlerinden olan, riya, kibir, desinler gibi virüslerden tasavvufla kurtulabileceğimizi öğretti. Tasavvufsuz bir ilmin günahlardan korunmamız için yetmeyeceğini, kalb-i selimi elde edebilmek için velilerdeki “irfan”ı tahsil etmek gerektiğini vurguladı. Tüm maksadı, “İlim de esbâb-ı tuğyandandır” buyuran Ali Haydar Efendi’nin şu zarif sözünü şerh etmekti aslında.

İlim Halkalarına Daima İştirak Ederdi

Ümmet için verdiği geceli gündüzlü mücadele ilim halkalarına iştirak etmekten asla alıkoymazdı onu. Bir keresinde haftalardır çıktığı emr-i bil maruftan geri döndüğünde camideki Mir’at halkasına denk gelmişti. Yanındakiler “Efendim, çok yorgunsunuz, istirahat buyursanız” deyince “Hayır, derse katılacağım. Ben bu derslere yarın ulema zümresinde haşr olmak için katılıyorum” buyurarak tevazu göstermişti. Davet makamındaki meşgaleleri ilim halkaları kurmasına kesinlikle mani olmazdı. Camide icra edilen Mir’at dersleri ve diğer halkalara bizzat iştirak eder, yer yer konuları şerh eder ve ilmî meseleleri takip buyururdu. Yetiştirdiği binlerce hoca ve talebelerine ilme karşı iştiyakın nasıl olması gerektiğini yaşayarak öğrettiği için altın değerindeki nasihatleri çok tesirli oluyordu.

O, Talebelerin Tesellisi, Talebeler Onun Umuduydu 

Evini, barkını, imkanlarını ve dünyaya dar her ne varsa bırakarak medreseye gelenlerin daraldıkları andaki yegane tesellisiydi. Şartların uygunsuzluğu, menfi giden durumlar ve yolunda gitmeyen işler karşısında “İyi ki Efendi Hazretlerimiz var” cümlesi müridanın beşer planındaki yegane tesellisiydi.  İlim yolunda olanları teşvik eden cümleleri, bu yolda gayret edenlerin sırtını sıvazlaması her şeyin fevkindeydi onlar için. “Talebeler! Sizler kurumuş toprakların yağmur yüklü bulutlarısınız” buyurarak vazifelerini gösterdiği genç nesiller, hedeflerini gerçekleştirme yolundaki en büyük umuduydu.

Kum taneleri kadar hoca lazım buyurarak i’layi kelimetullah gayesiyle yaptığı cihadın semeresini hocalarla göreceğini ifade etmekteydi. Yüzünden eksik olmayan tebessüm eğer biraz daha fazlalaştıysa bu yoldaki bir ilerleme ve gelişme sebebiyle idi. Kendisini memleketinden arayıp tarlalarla ilgili bir haber veren kişiye “Ben de zannettim ki bir medrese açtınız orada” diyerek bizden beklentisinin tamamen bu olduğunu göstermişti.

Ehl-i Sünnet Onun Eliyle Muhafaza Edildi

Yarım asrı aşkın gayret ve himmetleriyle tesis edilen medreseler ehl-i sünnet itikadının cephesi haline geldi bugün. Bu medreselerde yetişen hoca efendiler,  saldırıya maruz bırakılan İslâmî akideyi savunarak büyük bir mücadele veriyorlar. Yakın senelerde Ehl-i sünnet itikadına saldırıların olduğu kendisine aktarılınca “Şeytan’ın dostlarıyla savaşın” buyurdu. Bu, ehl-i sünnet dışı akımlarla mücadele etmeleri için hocalara verilmiş bir emirdi. İlmin verdiği sorumlulukla her platformda hakkı savunan hocalar ehl-i sünnet karargahının birer neferleri oldular. Her şeyiyle zulümata gark olmuş bir asrın kirli fikirlerini yok etmek ve sahih İslam itikadını muhafaza ederek zaman haykırmak ona nasip oldu.

Banisi olduğu medreselerde onun usulü üzere yetişen hocalar harimi ismetimizi savunmak için seferber oldular dört bir koldan. Eli kalem tutanlar kaleme sarıldı. Nutku güzel olanlar konuşarak, insanlara hakikati anlatarak mücadele etti. Herkesin kabiliyetine göre görev dağılımında bulunduğu bu zemin ehl-i sünnet müdafaasının önemli bir karargahı haline geldi.

Haktan Ayan Bir Nesne Yok

Fazilet ehlinin büyüklüğünü takdir etmek de ayrı bir meziyettir. Cenab-ı Hakk’ın fazlını dilediğine vereceğini bilenler bu üstünlüklerin bahşedildiği kişilere hasetle değil gıptayla bakar ve takdir ederler. İşin içine haset veya kıskançlığı karıştıranlar ise gündüzün ortasında olanca ışığıyla parıldayan güneşe karşı “görmüyorum” tavrında olurlar. Yok muamelesi yaptıkları güneş ise yine de hem onları hem de tüm varlıkları aydınlatır. Onların bunu görmüyor oluşları ise güneşe hiçbir zarar vermez. Bilakis, ayan beyan ortada bir manzarayı göremiyor oluşlarındaki acziyet ve nakıslıkları bütünüyle tebellür eder. Allah ﷻ’ın fazlından ona bahşettiği nimetiyle asırlara ışık tutan Üstadımız Mahmud Efendi Hazretleri (Kuddise Sirruhu) de ışığından kaçılamayacak bir güneş gibi oldu artık. Rabbim zıyasından hakkıyla istifadeyi nasip eylesin.