(Mustafa Öztürk’ün konu hakkındaki bâtıl görüşlerinin tenkidi)

Giriş

Allah ﷻ tarafından üzerinde derin tefekkürler yapılması için indirilmiş Kur’an-ı Hakim tarih boyu manasının idrak edilmesi adına farklı telakkilere muhatap olmuştur. Bu anlamda muhtelif bidat fırkaların da batıl hükümlerine mesnet kılmaya çalıştıkları ve böylelikle uygulamaktan ziyade uyarlamaya çalıştıkları Allah ﷻ kelâmı ehl-i sünnet istikametiyle ehl-i bidat inhirafının arasında bir kıstas vazifesi görmüştür. Hiç şüphesiz ki bu kıstas oluş, Kur’an’ın usûlünce okunmasına nispetle tezâhür etmektedir. Aksi takdirde her iki menhecin de istidlal ettikleri kaynak aynıdır.

Fakat bize namazı, orucu, haccı, zekâtı ve bilumum ibadetleri emreden Allah ﷻ nasıl ki bunların uygulanış keyfiyetini kısmen metlüv ve kısmen de gayr-i metlüv vahiyle beyan etmişse, Kur’an’ın üzerinde düşünülmesi şeklindeki emrin de keyfiyetini Hz. Peygamber ﷺ ile öğretmiştir. Yani Kur’an’ı anlamak kelimeleriyle kurduğumuz cümlelerin hak ve hakikate hizmet edebilmesi için belli bir mahiyet kisvesine büründürülmesi şarttır. Aksi takdirde her bir fırkanın ve telakkinin aynı sloganı kullanarak doğru olanı savunduğu şeklindeki hakikatle yüzleşmemiz kaçınılmaz olacaktır. Öyleyse Kur’an’ı anlama ameliyesinin kendi bünyesinde bir davabıtı ve bütünlüğü olmalıdır. Kural ve kaide üzerine mebni olmayan, herhangi bir  somut iskelete dayanmayan bir idrak iddiası kolayca manipüle edilmeye müsait bir slogan olmaktan öteye geçemez.

Kur’an’ı anlamak ve vahye dair hakikatleri idrak etmek soyut bir şey olmamasına rağmen, bu ameliyeyi tüm boyutlarıyla başta Allah Resulü ﷺ, sahabe, tabiûn ve bütün bir ümmet uleması kavlen ve tatbiken ortaya koymuşken tarihten bugüne bu mecrada kendine alan açmak isteyenlerin olduğu inkâr edilemez bir hakikattir. Zımnında benlik duygularının tatmini yahut “şehvetu’z-zuhûr” gibi hastalıkların yattığı bu tarz sloganların çıkış noktaları farklı olsa da kesiştikleri nokta aynıdır: Tüm bu söylemler asırlar boyu vahyin bihakkın anlaşılamadığı, dinin temel sabiteleri de dahil olmak üzere bütünüyle yanlış anlaşıldığı iddiasını tazammun etmektedir. Bu durumda da akıllara şu sorunun gelmesi kaçınılmaz olmaktadır: ilk muhatapları da dahil asırlar boyu anlaşılamamış, yanlış telakki edilmiş ve tabaka tabaka dalalet üzere yaşanmış bir dini Allah ﷻ’ın göndermiş olmasındaki hikmet ne ola ki? Bu hikmet-i ilâhiye ile bağdaşabilecek bir şey midir? Konunun bu tarafı tamamen farklı mevzulara kapı araladığı içim bu soruyu sadece sorup bırakmakla iktifa edeceğiz.

Kur’an’ı anlamak ve vahiy üzerine muhalif cümleler kurmak çabasının günümüzdeki mümessillerinden birinin de Mustafa Öztürk olduğu hepimizin malumudur. Kabul etmeliyiz ki, Öztürk’ü bu meyanda iddialı çıkışları olanlardan farklı kılan hususiyetleri de vardır. Mesela, Kur’an’ı asırlar boyu kimselerin anlayamadığını, kelamullahın anlaşılması için sünnetin tebyinine ihtiyaç olmadığını savunan mealci söylemden uzak olduğunu tasrih etmesi bunlardandır. Ne var ki, bu farklılıklar zahirde hakkaniyetten yana yer alma gibi gözükse de içyüzüne bakıldığında bir başka batılın teyidi amacına matuf olduğu görülecektir.  Nitekim, Öztürk’ün, Kur’ancı mealci söylemin en temel iddialarından  biri olan “her şeyin detayı Kur’an’da mevcuttur” şeklindeki anlayışı reddetmesi[1] de aslında bu amaca yöneliktir. Zira bu tezin doğru kabul edilmesi durumunda Öztürk’ün tarihsel olduklarını iddia ettiği ayetler zamanımız açısından işlevselliğini koruyacak ve evrensel oldukları ispat edilmiş olacaktır. Öztürk’ün müdafi gibi gözüktüğü sair konularda da pek farklı bir durum söz konusu değildir.

Mustafa Öztürk’ün Kur’an’a yönelik batıl telakkilerini inceleyip tenkit etmek kitap hacminde bir çalışma ister. Bizler bu makalede hasbelkader Öztürk’ün Kur’an ve Tefsir Kültürümüz isimli kitabında yer alan ve muhtevası itibarıyla Kur’an’ın tarihsel olduğunu ispata yönelik iddialarını tenkit edeceğiz. Gayret bizden, tevfik Cenab-ı Hak’tandır.

Tarihselcilik Fikrî Bir Mülahaza mıdır?

Öztürk Kur’an’ın tarihsel bir hitap keyfiyetini haiz olabileceğine yönelik iddialarına başlamadan önce, konuyla ilgili tarihsel sürece dair bir iki noktaya değinmek istiyor. Bu bağlamda da –birazdan ifadesini aynen nakledeceğimiz üzere- belli saikler sebebiyle bu düşüncenin ilgi kaybına uğradığından söz ediyor. Kur’an’a yaklaşımında mesnet edindiği bu tehlikeli düşünceye bir zarar gelmesinden de son derece korkar bir vaziyette halen bu telakkinin mevcudiyetinden de gayet memnun bir şekilde bahsediyor. Bu paragraflarda hususen dikkat çeken taraf, Öztürk’ün tarihselci telakkiyi mahza bir düşünce akımı gibi gösterme çabasıdır. İlgili ifadeleri şöyledir:

“Kur’an ve tarihsellik, özellikle AB eksenli dış politikayla ilgili bazı gelişmelere yönelik bir tepki olarak ülke ikliminde -maalesef- ulusalcı damarın kabarması ve buna koşut olarak da İslami düşünce alanında katı gelenekçiliğin bir dizi süreli yayın vesilesiyle tekrar hayatiyet kazanması hasebiyle belirgin bir ilgi kaybına uğramış gözükse de gerçekte tüketilmiş ve bidayetteki öneminden hemen hiçbir şey yitirmemiş bir tartışma konusudur. Bilindiği gibi, yakın geçmişte birçok kitap, makale ve sempozyum bildirisine de konu olan tarihsellik tartışması genellikle Kur’an ahkamının aktüel değeri bağlamında sürdürülmektedir.”[2]

Kur’an ve tarihselcilik konusunu mahza fikrî bir tartışmaymış gibi kamuoyuna sunma amacını taşıyan bu yaklaşım son derece tehlike arz etmektedir. Zira, bu düşünceye göre Kur’an’a yönelik tarihselci bakış açısı tıpkı bir tefsir ekolü gibi kendiliğinden ortaya çıkmış ve ilim sahibi bir kısım kişiler tarafından tartışmaya açılmıştır. Dolayısıyla, mezheplerin Kur’an üzerindeki içtihatları ve ahkam ayetleri üzerinden yaptıkları istinbatlar ne ise tarihselci yaklaşımların çıkarımları da odur. Bir çok bidat akımlar gibi tarihselciler de kendilerini ve batıl telakkilerini Müslümanlara bu kisve altında sunmaktadırlar.  Öztürk’ün iddialarına da bakıldığında böylesine “önemli” bir fikrî düşünce, tarihin belli evrelerinde birtakım sönüklüklere maruz kalmışsa da henüz öneminden bir şey yitirmiş değildir. 

Oysa hakikat şu ki, tarihselcilik düşüncesi sadece bir düşünce olmaktan öte iman ve küfür arasında kalın bir çizgi olma niteliğine sahiptir. Zira tarihselcilik en kısa ifadeyle, batıyla münasebetin kesafet kazandığı dönemlerde, Hristiyanların, yaşadıkları belli hadiseler sonrasında kitaplarına reva gördükleri şeyin aynıyla Kur’an’a da tatbik edilmesinden ibarettir. Meseleyi şöyle özetleyelim isterseniz: Batı dünyasında kilise İsa’nın manevi varlığı (Corpus christimysticum) sıfatıyla ön plana çıktığı için kendisini daima gerçeğin yanılmaz temsilcisi olarak tebaasına sunmuştur. Temeline inildiğinde örgütlü bir din adamlığı sınıfıyla bu sınıfın dışında kalan halk ayrımına dayanan bu anlayış belli bir zaman sonra aşılamaz düzeyde ontolojik bir düalizmin meydana gelmesine ve iki ayrı alanın oluşmasına sebebiyet vermiştir. Birinci alanı oluşturan kilise temsilcileri kutsal kitabı yorumlama ve anlama yetkisinin sadece kendilerinde olduğunu, düşüncelerinin ilâhî hakikatten süzüldüğünü ve din adına yegane merciinin kendileri olduğunu söyleyerek ortaçağ boyunca akıl ve felsefe ile çok ciddi bir çatışma içine girmişlerdir. Bu süreçte kilise aklın tesirlerini yok etme adına katı bir dogmatizm dönemi başlatmış ve kilise temsilcilerinin aksine görüş bildirmenin küfür olduğu belirtilmiştir.[3]  Bu bağlamda bilim adamlarının bulgularına da savaş açılmış ve hatta kimilerinin dinden çıktıklarına hükmedilmiştir.

Hikayesi hayli uzun olan bu despotik dönemin doğal bir sonucu olarak Martin Luther 1521 yılında Wittenberg kilisesinin kapısına astığı doksan beş maddelik bildirgesiyle fiilen başlamış bir reformasyon hareketini ilan etmiş bulunuyordu. Bir çok akıma kaynaklık teşkil eden bu çalkalanmalar tarihselci düşüncenin de zihinlerde temerküz etmesi ve kitab-ı mukaddese yönelik hermeneutik yaklaşımların ivme kazanmasına zemin hazırlamıştır.[4] Böylece batılı adamlar zaten tahrif edilmiş kitaplarında yer alan ve akla muhalif gördükleri şeyleri, o güne dek kilisenin aklı gömmesinin ve bu alanla ilgili tek kelime ettirmemesinin adeta öcünü alıyormuşçasına tarihselci düşünceyle yorumlamayı çare olarak görmüşlerdi.

Şu halde bugün bizim dünyamıza girmiş irili ufaklı bir çok kavram gibi “tarihselcilik de” başka bir dünyanın çocuğudur. Daha doğru bir tabirle bu yaklaşım, kilise temsilcilerinin oluşturduğu despotizmle uzun yıllar kafalarına vurulmuş batılıların çatışma kültüründen doğmuş bir yaklaşımdır. Şevket Kotan’ın şu ifadeleri meseleyi özetlemektedir: ‘Tarihselcilik batı düşüncesindeki çatışma ve karşıtlıkların, zihinsel sancıların, batı düşüncesinin kanını taşıyan çocuğudur ve bu düşünce havzasının kodlarını taşımaktadır. Bu eğilime karakter kazandıran şeyse, Yeniçağ bilimsel rasyonalizminin karşıtlığında temellenmiş ve hayatiyet kazanmış olmasıdır. Kilise dogmalarının ve despotik dogmatizminin karşıtlığında temellenen bilimsel rasyonalizmin aşırılığı ve yeni bir despotizm üretmesi, onun temeli olan salt aklın sorgulanmasını kamçılamış ve aklın tarihselliğini temel alan görüş ve düşüncelerin ortaya çıkıp bir felsefi akıma dönüşmesini sağlamıştır. Yeniçağ rasyonalizminin din karşıtlığının, Alman dindarlığını harekete geçirmesi ve Schleiermacher, Dilthey gibi protestan ilahiyatçıların ortaya çıkarak karşıt felsefeler geliştirirken ki protestan-dindar saik de diğer temel bir neden olarak zikredilmelidir. Özellikle pozitivist etkilerden iyice sıyrılmış varoluşsalcı tarihselciliğin tezlerinin, dînî bir tasavvurla hayli uyum içerisinde olduğu söylenebilir.[5]

Tüm bunların yanı sıra, Kur’an’ın mevsukiyeti, tahrif edilememiş olması, tabaka tabaka nazım ve manasıyla tevatüren intikal etmiş olması böyle bir yaklaşımla mezc edilemeyecek olmasının baş sebebidir.[6] Böyle bir yaklaşımı Kur’an’a uygulamaya kalkmak, her şeyden öte onu muharref kitaplara denk tutmak, mevsukiyetine güvenmemek ve kıyamete dek insanları hidayete erdirme vasfını yok saymak anlamına gelir. Bu ise Kur’an’a yönelik mahza bir bidat yaklaşım olmasının çok daha ötesinde iman meselesidir. Öztürk’ün bunu sempozyumlarda tartışılan mahza düşünce temelli bir konu olarak sunması her şeyden öte Kur’an adına konuşmanın ne anlama geldiğini müstakim bir Müslüman şuuruyla idrak edemeyişindendir. Katı gelenekçi olarak vasfettiği kişilerin de, Kur’an’ı tarihin belli bir evresine hitap eden modeli geçmiş bir kitap olarak sunmayı hedefleyen tarihselciliğe karşı çıkmaları da tamamen İslam hamiyetine sahip olmalarından neşet eden bir aksülameldir.

Öztürk’ün İtirafı: Müminlerin Çoğu Benimsemiyor

Öztürk iddialarına devam ederken bir noktaya temas etmeden de geçmiyor: Şöyle ki, o, tarihselci düşüncenin Kur’an’ın anlaşılması noktasında son derece önemli bir metod olarak gördüğü tarihselciliğin ekseri Müslümanlar yani bütün bir ümmet tarafından kabul görmediğini de itiraf etmek zorunda kalıp şöyle diyor:

“Kur’an’ın tüm insanlara ve tüm zamanlara gönderilmiş bir kutsal metin olduğuna inananlara -ki Müslümanların kahir ekseriyeti böyle inanmaktadır- göre Allah hüküm vazederken muhtemel ve müstakbel gelişmelerin tümünü hesaba katmıştır. Bu yüzden, O’nun vazettiği ahkamın işlerlik kazanmasına imkan tanıyacak durumların mütemadiyen vücut bulması mukadderdir.”[7]

Öztürk, Müslümanların kâhir ekseriyetinin Kur’an’ın tarihselliğine inanmadıklarını ikrar ettiği halde kendi adına tarihselliği savunmayı yeğliyor. Oysa Kur’an, “Kendisi için doğru yol belli olduktan sonra, kim Peygamber’e karşı çıkar ve müminlerin yolundan başka bir yola giderse, onu o yönde bırakırız ve cehenneme sokarız; o ne kötü bir yerdir”[8] şeklindeki ayet-i celilede hiç de tarihselliğe hamledilemeyecek umumî bir ifadeyle müminlerin yolu ve istikametinin tersine gidenlerin halleri üzere bırakılacağı ve sonlarının cehennem olacağını tasrih ediyor. Zira bu ümmetin kesinkes söz birliği ettiği meselelerde hatadan masum olduğu malumdur.[9] Bu denli açık bir tehdide rağmen ümmetin yekûnuna muhalefet ederek modern sapmaların İslam alemine sıçrattığı akidevi arızalardan biri olan tarihselciliği savunmak nasıl bir cürettir? Yoksa Öztürk bu ayetin de tarihsel olduğuna mı inanıyor?  

Ayrıca ümmet Kur’an’ın tüm ayetleriyle evrensel olduğunu savunurken elbette Cenab-ı Hakk’ın ezelî ilmiyle birlikte kıyamete dek tezahür edecek hadiseleri bildiği gerçeğine dayanmaktadır. Ve bunda garipsenecek bir taraf yoktur. Bu perspektiften hareketle ulema, Kur’an’da yer alan ve zahiri anlamı itibarıyla yerel ve tarihsel gibi anlaşılan ayetlerin hikmetlerini ve tüm zamanlara şamil olma keyfiyetlerini beyan etmiştir. Bunun aksini savunmak en kısa ifadeyle “Bu Kur’an bana, kendisiyle sizi ve ulaştığı herkesi uyarmam için vahyolundu”[10] şeklindeki ayeti reddetmek olur. Zira ayette yer alan مَنْ kelimesi umum ifade ettiği için o zamanda yaşayıp da Kur’an’ın ulaştığı kişilere şamil olduğu gibi kıyamete dek yaşayacak kimselere de şamildir. Allah Resulü ﷺ’nün tüm insanlığa gönderilmiş olmasının[11] manası da budur.

Ez cümle, Allah Resulü ﷺ’nden bugüne Kur’an’ın hem nazmı hem de muradullaha muvafık şekilde manalandırılması üzerinde görülmedik bir ihtimam göstererek onu muhafaza eden ümmetin yekûnuna muhalefet etmeniz müminleri bağlamaz.[12] Modern dönemlerde tezahür eden bu gibi batıl görüşlerin gayr-i kifâî şekilde taklitçiliğini yapmaya kalkmanız sizinle ilgili bir zafiyet problemidir. Kur’an’ın tarihte yaşanmış hadiselerden ibret alınıp tekrar aynı cürümlere düşülmemesi adına anlattığı kıssaların mitolojik olaylar olduğunu öne sürmek, Allah ﷻ’ın tüm insanlığın kıyamete dek huzurunu sağlayacak hükümlerinin zamanının geçtiğini söylemek nasıl îmanî bir mesele olmuyor, anlayan varsa beri gelsin. İman ve küfür arasındaki çizgi ve çerçeve hangi ara bu kadar genişledi? Kur’an’a yaldızlı cümlelerle zahirde kibar bir üslupla “modası geçmiş kitap” muamelesi yapmak ne zamandan beri fikrî bir mesele oldu? Hayır, tüm demagojilere rağmen hak ve hakikat gün yüzü gibi ortadadır: Tarihselci yaklaşımı reddetmek bir iman kurtarma meselesidir.

Öztürk, tarihselciliği kabul etmeyen ümmetin Kur’an’a bakış açısıyla ilgili, evrenselliği savunanların Allah ﷻ’ın ezelî ilminden hareketle bu sonuca vardığını söylerken de şöyle diyor:

“Çünkü bu anlayışa göre Kur’an Allah ﷻ’ın ezeli-kadim vasfını haiz kelam sıfatının bir yansımasıdır. Allah nesneler dünyasına ilişkin her şeyi sınırsız ilim ve iradesiyle ihata ettiğine göre Kur’an’ın nazil olmasından sonraki tüm gelişmeler de ilahi planda hesaba katılmış olmalıdır.”[13]

Burada mesele Allah ﷻ’ın ezelî ilmiyle takdir buyurmasından hareketle Kur’an’da yer alan ayetlerin tarihsel olamayacağı tezine dayandırılarak tarihselci anlayışa karşı çıkanların amaçları beyan ediliyorsa da hadise tam olarak böyle değildir. Zira, Allah ﷻ’ın ezelde takdir buyurduğu her şeyi yazmış olduğu kitap Kur’an-ı Kerim değil “Levh-i mahfûz” dur. Kur’an’da ezelde takdir edilen her şeyin yazılmış olması şeklinde bir zorunluluk yoktur. Fakat, ileride müşahhas ayetler ve meseleler üzerinden münakaşasını yapacağımız üzere, Allah ﷻ’ın birinci muhatap olarak o günün insanına yönelik vaz ettiği hükümlerin sonraki asırlarda yaşayanlar için geçerliliğini korumadığını iddia etmek ehl-i küfrün “İnkâr edenler: Bu Kur’an’ı dinlemeyin, okunurken gürültü yapın. Umulur ki bastırırsınız”[14] şeklindeki ayet-i celilede anlatılan Kur’an’ı susturma projesinin modern kisvesidir. Böyle bir projeye su taşıyacak olan ne kadar söylem ve iddia varsa bunlardan imanı muhafaza adına uzak durulmalıdır. Zira Allah ﷻ’ın kıyamete dek tüm insanlığın dareyn saadeti adına vaz ettiği  hükümlerin bir zaman açısından nefazını kaybettiğini savunmak mücerred fikrî planda ele alınabilecek  bir iddia olamaz. Bilakis bu bizatihi imanla taalluk eden bir konudur.

(Devâm edecek)


[1] Mustafa Öztürk, Çağdaş İslam Düşüncesi ve Kur’ancılık, Ankara Okulu Yayınları, Ekim, 2015,  s. 211 vd.

[2] Mustafa Öztürk, Kur’an ve Tefsir Kültürümüz, Ankara Okulu Yayınları, Ankara, 2017Baskı: V, s.11

[3] Nurettin Topçu, Yarınki Türkiye, Yağmur Yayınları, İstanbul, 1961, s. 26

[4] Recep Demir, Kur’an Tefsirinde Tarihselci Yöntem, Tarih Kültür ve Sanat Araştırmaları Dergisi, Mart-2012, s. 36

[5] Şevket Kotan, Kur’an ve Tarihselcilik, Beyan Yayınları, 2011, Baskı: II, s. 174

[6] Kur’an’ın kitab-ı mukaddes gibi hermeneutik yaklaşıma muhatap olamayacağı ve aralarındaki bariz farklar için bkz. Şehmus Demir, Kur’an’ın Yeniden Yorumlanması Batıyla Münasebetin Kur’an Yorumuna Yansımaları, İnsan Yayınları, İstanbul, 2015, s. 145 vd.

[7] Mustafa Öztürk, Kur’an ve Tefsir Kültürümüz, s. 11

[8] Nisâ, 115

[9] İbn Kesîr, Ebu’l-Fidâ İsmail b. Ömer, Tefsîru’l-Kur’âni’l-Azîm, Daru Tayba, 1420, Baskı: II, II/421

[10] En‘âm, 19

[11] Sebe, 28

[12] Öztürk, bu itirafına paralel olarak, Kur’an’ın mesajlarının evrensel olduğunu savunan ümmetin telakkisinin hem Müslümanlar arasında ekseriyeti teşkil ettiğini hem de iman esası olarak kabul edildiğini ikrar ederek şöyle diyor: “Hemen belirtelim ki Müslümanlar arasında yaygın kabul gören ve hatta iman esası gibi telakki edilen bu görüşlere katılmıyoruz. Ayrıca Kur’an’daki tarihselliğin ahkâmla sınırlı olduğunu da düşünmüyoruz. Kanaatimizce Kur’an bazı temel mesajları hariç tamamen tarihseldir. Hatta tüm peygamberlerin ortak mesajını teşkil eden tevhid inancına ilişkin bazı Kur’an ifadeleri dahi tarihsel unsurlar içermektedir. Keza bütün peygamberlerin mesajında bulunması hasebiyle tarih-üstülük vasfını haiz bir inanç umdesi olan ahiret konusuna ilişkin tasvirler de yerel ve tarihsel karakterlidir.” Mustafa Öztürk, Kur’an ve Tefsir Kültürümüz, s. 11

[13] Mustafa Öztürk, Kur’an ve Tefsir Kültürümüz, s. 11