Lafzın umumiyeti ve sebebin hususiyeti meselesi konumuz açısından son derece önemlidir. Nitekim, ulemamız bu meseleyi belli başlıklar altında tasnif ederek incelemişlerdir.[1] Meselenin tüm boyutlarıyla serdedilmesini sözü uzatmak kabul ettiğimizden dolayı bu mevzu sadedinde özetle şunları söylemek isteriz:

Sebebin hususiliğinin lafzın umumiliğine her zaman mani olmadığı usul uleması tarafından tasrih edilmektedir. Bunun yanı sıra lafzın sadece sebebe tahsis edildiği ayetler olduğu gibi hem lafzın hem de sebebin umumi olduğu ayetler de vardır. İhtilaf olan nokta ise sebebin hususi lafzın umumi olduğu durumlarda lafzın umumuna mı yoksa sebebin hususuna mı itibar edilmesi gerektiğidir. Bu noktada cumhur ulemanın görüşü lafzın umumuna itibar edilmesi gerektiği yönündedir. Nitekim Öztürk de bunu “Binaenaleyh Kur’an’daki yüzlerce ayet her ne kadar özel bir sebep üzerine vahyedilmiş olsa da sebebin tarihselliği/yerelliği hükmün evrenselliğine engel değildir”[2] sözleriyle dile getirmektedir.

Ancak meselenin hemen burasında şu noktaya dikkat çekmemiz gerekmektedir: Kur’an’a tarihselci düşünceyle yaklaşarak bu batıl düşünceye de ulemanın vaz ettiği usul ve kaidelerden mesnet bulma çabasına girenler büyük bir sahtekârlık sergilemektedirler. Nitekim, bu bağlamda tarihselci düşüncenin istismar ettiği kaidelerden biri de bazı alimlerin –velev ki mercuh olsa da- lafzın umumiyetine değil de sebebin hususiliğine itibar edilmesi gerektiği şeklindeki görüşlerdir. Bir kısım tarihselciler bu kaideyi alarak kendilerinin de bunu savunduğunu yahut ulemanın da kendilerinden önce aynı şeyi söylediklerini iddia etmektedirler. Oysa bu tam manasıyla bir aldatmacadan ibarettir.

Zira, sebebin hususiliğine itibar edilmesi gerektiğini savunan alimler bu meseleyi usûli bir zeminde ele alma derdindedirler. Onlar, bir sebep üzerine nazil olmuş bir nassın illetinin onun gibi olan diğer vakıalara şamil olup olamayacağıyla ilgili bir tartışma yürütmektedirler. Buna göre sebeb-i nüzulün illetinin kendisinde bulunduğu bir vakıada hükmün illetinin bulunması evlâ tarikiyledir. O halde, nassın illetiyle, aynı illeti taşıyan hadiseye nassın şâmil olması, nassta bulunan umum ile mi yoksa kıyas yoluyla mı olmalıdır? Mercuh/tercih edilmeyen görüşü savunan alimler bu işin kıyas yoluyla olması gerektiğini savunmaktadırlar. Dikkat edilirse burada nass dışında kalan hadisenin nassın umumuna girmediğiyle ilgili bir mesele yoktur. Bunu kimse tartışmamaktadır. Bilakis tartışılan nokta, diğer hadisenin nassın umumuna nasıl gireceği (keyfiyetu’d-dühûl) dir.[3]

Tarihselciler ise bu kaide üzerinden hususi bir sebebe binaen nazil olmuş olan ayetin o sebebe münhasır kalması ve ona benzer diğer hiçbir hadisede hüküm ifade edememesi manasını istihraç etmek niyetindedirler. Bunun bir yansıması olarak, zıhar örneğinde Öztürk ve benzerleri bu uygulamanın tarihsel ve yerel olduğunu iddia etmektedir. Ulema ise bu hadisenin, ilgili ayetlerin kendileri hakkında nazil olduğu Evs b. Sâmit ve Havle bintü Hakîm’e mahsus olduğunu, başkaları hakkında geçerli olabilmesi için de kıyas vb. delile ihtiyaç olduğunu söylemektedir.[4] Bu iki ayrı mülahazayı hiçbir şekilde birbirine karıştırmamak gerektiği gibi ulemamızın usûlî bağlamda tartıştığı bumeseleyi istismar etmek isteyenlere de fırsat verilmemesi icap etmektedir.

Cumhur’un, sebebin hususiliğine değil de lafzın umumiliğine itibar edilmesi gerektiği şeklindeki görüşünün bütün bir ümmet tarafından kabulle telakki edilip, tefsir çalışmalarında esas kabul edilmesi tarihselci düşüncenin bu ümmetin kodlarıyla asla bağdaşmayacağının da bir başka delilidir. Cumhurun bu görüşün teyidine yönelik  gerek aklî ve gerekse naklî delilleri varsa da burada birkaç tanesini zikretmek yeterli olacaktır. Lafzın umumiliğini savunan alimler elbette bunu Kur’an ayetleri tarafından müeyyed olan bir hakikat olarak gördükleri için savunmuşlardır. Her şeyden önce  Kur’an ayetlerinde şümul/ kapsayıcılığın esas olması Hz. Peygamber ﷺ’in risaletinin tüm insanlığı kapsayıcı olmasının bir fer’idir.[5] Nitekim Cenab-ı Hak ﷻ , De ki: Ey insanlar! Gerçekten ben sizin hepinize, göklerin ve yerin sahibi olan Allah’ın elçisiyim”[6], “Biz seni bütün insanlara ancak müjdeleyici ve uyarıcı olarak gönderdik; fakat insanların çoğu bunu bilmezler”[7] gibi ayetlerde Hz. Peygamber ﷺ’in kıyamete dek yaşayacak tüm insanlığa gönderildiğini beyan buyurarak risaletin umumuna vurgu yapmaktadır.[8]

Buna paralel olarak da “Kur’an, âlemler için ancak bir öğüttür”[9] ayetiyle “Bu Kur’an bana, kendisiyle sizi ve ulaştığı herkesi uyarmam için vahyolundu” ayet-i kerimesi de Kur’an nazmının –lafzının kesinkes hususi olduğu yerler dışında-[10] bütünüyle evrensel olduğunu net bir şekilde ispat etmektedir.

Lafzın umumuna itibar edilmesi gerektiğine yönelik bir çok aklî delil varsa da konumuz açısından ehemmiyet arz eden birini zikretmekle iktifa edelim:

“Sözgelimi, bir an için Hilâl b. Ümeyye (radıyallahu anh)  hakkında nazil olan ayetin sebebinin hususiliğini mülahaza etmiş olsak karşımıza bazı işkâller çıkmaktadır.

  1. Hilal (radıyallahu anh)  ’in kazf yapmasına binaen gelen ayet;[11] İsm-i mevsûl gibi umum ifade eden[12] bir lafzı ihtiva etmektedir. Böyle bir durumda sebebin hususiliğine bakarak lafzın hususi olduğu kanaatine varmak nasıl mümkün olacaktır?
  2. Ayetin barındırdığı mülâ’ane/lanetleşme hükmü Hilal (radıyallahu anh)’e tahsis edilmeksizin anlatılmıştır. Şu halde, Hilal (radıyallahu anh)’ den başka, hanımına zina suçu atıp da dört şahit bulamayan kimseleri kapsamasına ne gibi bir engel vardır?[13]

Ez cümle, sebebin hususiliğine itibar edilmesi gerekir diyen alimlerin tartışma zemini ve maksatları tamamen farklı olduğundan dolayı bu nokta üzerinden tarihselciliğe ekmek çıkmayacağı açıktır. Cumhura göre zaten sebep ne kadar hususi olursa olsun –özel bir durum olmadığı sürece- lafzın umumuna itibar etmenin önünde ne akli ne de nakli hiçbir engel yoktur. Öyleyse ayetleri ideolojik batıl yaklaşımlarına kurban ederek tarihin fi zamanlarına hapsetmek isteyenlerin çabasının her türlü boşa çıkacağı aşikârdır.


[1] Bu mevzuda tafsil için bkz. Celâleddin es-Suyûtî, el-İtkân fî Ulûmi’l-Kur’ân, el-Hey’etu’l-Mısriyyetu’l-âmme li’l-Kitâb, 1394, I/110;  Subhî Salih, Mebâhis fî Ulûmi’l-Kur’ân, Daru’l-İlm, 2000, Baskı: 24, s. 324; Mennâ‘ b. Halil el-Kattân, Mebâhis fî Ulûmi’l-Kur’ân, Mektebetu’l-Me‘ârif, 142, Baskı: III, s. 82; Muhammed Bekr İsmâ‘îl, Dirâsât fî ulûmi’l-Kur’ân, 1419, Baskı: II, s. 170; Fehd er-Rûmî, Dirâsât fî Ulûmi’l-Kur’âni’l-Kerîm, 1424, Baskı: 12, s. 432;  Bu bağlamda Müfessirler, şahıslar hakkında nazil olmuş ayetleri dahi umumi manaya hamlederek tefsir etmişlerdir. Muhammed b. Ka‘b’ın “Âyet, bir adam hakkında nazil olur, sonra umumileşir” şeklindeki sözü müfessirlerin bu noktadaki tutumunu özetlemektedir. Bkz. İbn Hacer el-Askalânî, el-Ucâb fî beyâni’l-Esbâb, Thk: Abdülhakîm Muhammed el- Enîs, Dâru İbni’l-Cevzî, s. 174

[2] Mustafa Öztürk, Kur’an ve Tefsir Kültürümüz, s. 11

[3] Abdü’l-Mühsin b. Zebn b. Mut‘ib el-Matarî, Da‘âvî’t-Tâ‘inîn fi’l-Kur’âni’l-Kerîm fi’l-Karni’r-Rabi‘a aşara ‘l-hicrî ve’r-Reddu aleyhâ, Daru’l-Beşâiri’l-İslâmiyye, Beyrut-Lübnan, 1427, Baskı: I, s. 254

[4] Abdülazim ez-Zürkânî, Menâhilu’l-İrfân,Dâru’l-Ma‘rife, Beyrut-Lübnan, 2005, Baskı: III, I/112

[5] Fehd b. Abdurrahman er-Rûmî, İtticâcâtu’t-Tefsîr fi’l-karni’r-râbi‘a aşar, İdârâtu’l-Buhûsi’l-İlmiyye, Suud, 1407, Baskı: I, I/90

[6] A‘râf, 158

[7] Sebe, 28

[8] Öztürk’ün risaletin umumiyetini ispat eden bu gibi ayetler bağlamında ortaya attığı şüpheler de ileri de cevaplandırılacaktır.

[9] Yusuf, 104

[10] Nitekim bu mevzuyla ilgili yukarıda verdiğimiz referansalara bakılacak olursa, ulema bazı ayetlerin sebebine mahsus olduğunu başkalarına şamil olmayacağını da söylemiştir. Fakat bu kaide delilsiz bir şekilde olup olmadık her mevzuda kullanılamaz.

[11]  Kuran, en- Nûr 6

[12]  Ali b. Muhammed Ebu’l-Usr el-Bezdevî, Kenzu’l-Vusûl ilâ Ma‘rifeti’l-Usûl, Karaçi, Pakistan, Yayınevi, Tarih: Yok,  s.69

[13]  Abdülazim ez-Zürkânî, Menâhilu’l-İrfân fî Ulûmi’l-Kur’ân, I/118