Hayatının bir evresinde şeyhliğe soyunmuş ve beklediği semereyi elde edememenin acısıyla o günden bugüne sürekli birinden diğerine savrulduğu cenahlarla gündemimize gelmiş bir isimdir Mustafa İslamoğlu. Hususen son dönemlerde işlerinin rast gitmemesi, sürekli ters giden bir şeylerin olması, bir aralar mahza muhalefet ve “reklamın kötüsü olmaz” mantığıyla kesbettiği popülaritenin günden güne eriyor olması, tarikat münkirliğiyle başlayan sivriliş serüveninin sünnet inkârcılığıyla taçlandırılmasının da fayda vermemesi bir hayli hırçınlaştırmış İslamoğlu’nu. Bu yüzden olmalı ki, nerede din, iman, ibadet vb. kavramlarla uzaktan yakından ilgisi olmayan bir zümre varsa bulduğu her fırsatta “ben de sizdenim” imasıyla göz kırpmayı asla ihmâl etmediği gözüküyor.

Allah adına konuşma başlığı altında, delâleten kat‘î ayetleri bile zırva tevillerle tahrif etmekten çekinmeyen, Resülullah (sallallahu aleyhi ve sellem)’ın sahih hadislerini elle tutulur, gözle görülür kayda değer hiçbir gerekçe olmaksızın reddetme cüretini gösterebilen bir zihniyete sahip olmakla tanırız İslamoğlu’nu. Bugün arkadaşlarımızın bana bildirdiği üzere Mahmud Efendi Hazretlerimizin Risâle-i Kudsiyye’nin bir beytini şerh sadedindeki ifadelerini Twitter hesabı üzerinden paylaşarak “Hâşâ Allah namaz kılıyormuş (!)” Şey/h öyle diyor. Ve aklıma bir soru geliyor. Biz kullar namazı Allah için kılarız. Acaba Allah kim için kılıyor? İnsan”abid/ ibadet edendir, Allah mabud/ibadet edilendir. Namaz ibadettir. “Allah namaz kılıyor demek hâşâ sümme hâşâ –Allah kuldur- demektir. Bu nasıl bir hezeyan, bu nasıl bir şirk, bu nasıl bir zırvadır?” [1] demiş. Meselenin daha iyi anlaşılabilmesi adına şimdi de İslamoğlu’nun ifadelerine muhatap olan Mahmud Efendi Hazretlerinin ilgili kaynaktaki ifadelerini alıntılayıp meseleyi tahlil edelim:

“İsteyen O, istenilen O, bilen O, bilinen O, şahid O, meşhud O. Akıl ermez bu işlere. Namaz kıldık diyoruz ama asıl namazın hakikatini Mevlâ Teâlâ kılıyor. Dünya’da en iyi namaz kılan insanın namazı, Mevlâ Teâlâ’nın kıldığı namazın sureti oluyor. Mevlâ Teâlâ gibi kim kılabilir? Asıl kendisine layık olan namazı kendisi kılıyor. Mevlâ Teâlâ hakkıyla kılıyor. Ya biz? Çok dikkat ederek namaz kılsak ancak Mevlâ Teâlâ’nın kıldığı namazın suretini kılmış oluruz.” [2]

Meselenin izahına girmeden önce hemen şunu söylemeliyim: İlmî meseleleri ilmî bir üslupla konuşmak gerektiği, münazaranın yegane maksadının doğruyu ortaya çıkartmak olduğu, hakarete, tahkir ve tezyife kalkışmanın acziyet belirtisi olduğu hemen her müminin bildiği bir husustur. Nitekim bizler de kimi zaman ehl-i sünneti savunma refleksiyle işi sebbiyeye çeviren zevatın İslamoğlu gibilerine tam da istedikleri kozu verdiklerini ve hizmet ediyorum adı altında büyük bir hezimete imza attıklarını yazıyor, çiziyoruz. Ve mea hâzâ İslamoğlu’nun da kimi zaman seviye ve ahlak vurgusu yaptığına şahit olmuyor değiliz. Ne var ki, İslamoğlu’nun çağırdığı ahlak, nedense hep tek taraflı işleyen ve zat-ı muhteremlerinin takdis edilmesini talep eden bir eylemden ibaret kalıyor. Bunun böyle olduğunun en bariz ispatı, İslam dünyasındaki mevkiine tazim etmediği Mahmud Efendi hazretlerinin hiç olmasa yaşına da tazim etmemesi ve kendisine “şey/h” diyerek hakarette bulunmasıdır. Bu da İslamoğlu ve avenesinin seviye, ahlak ve vakar iddialarındaki bencil ve samimiyetsiz tutumun çok bariz bir misali olarak kayda geçmelidir.

Şu da bir hakikat ki, İslamoğlu’nun bu tarz mevzulardaki itirazî tutumu hemen her noktada arap diline ve İslâmî ilimlere olan yabancılığından neşet ediyor. İslamoğlu’nun Mahmud Efendi hazretlerinin bu sözünü gayr-ı ahlâkî bir üslupla eleştirmesini garipseyecek değiliz elbette. Zira bu sözü anlayamayışındaki belagat ilmi eksikliği, Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem)’nün zahir manası itibarıyla “Allah dehrin ta kendisidir” şeklinde tercüme edilen hadisini de anlayamamasına sebep olmuştu. Ve bu hadisle ilgili de, bir türlü kurtulmak istemediği cehaleti ve seciyye edindiği hamasetinden neşet eden büyük bir cüretle “isnadı sahih uydurma bir hadistir” demişti.[3] Oysa o hadisin başta sahabe olmak üzere bütün bir ümmet tarafından “îcâzu’l-hazif” sanatı bağlamında anlaşıldığı ibtidâ talebelerinin bile bildiği bir meseleydi. Ne var ki, öğrenip fehmetme yerine cehl edip cerh etmeyi şiar edinmiş bu zihniyetin saldırgan tavrı Peygamber (sallallahu aleyhi ve sellem) sözünü dahi bir kalemde silip atabilme cinayetini işletebiliyordu

Mahmud Efendi hazretlerinin bu ifadelerine yönelik getireceğimiz izahların İslamoğlu ve avenesi açısından hiçbir şey ifade etmeyeceğini daha önceki mahut tavırlarından ötürü temin edebilirim. Fakat, algılarını kör bir taassubun kurbanı yapmamış ve zihin zeminini hala hakikat nüvelerini kabule açık tutan kimselerin istifade edebilmesi adına mevzunun izahına başlayabiliriz. Meselenin daha iyi anlaşılabilmesi adına madde madde yazma menhecini takip edeceğim:

  1. Anlaşılan o ki, İslamoğlu, ilgili ifadelerdeki “namaz kılma” ifadesini bizatihi bizim kıldığımız manadaki namaz olarak algılamış veya öyle algılamak istemiştir. Fakat namaz kelimesinin, şer‘î ıstılah olarak arap dilinde tekabül ettiği mana “salât” tır. Buna göre, Allah (azze ve celle)’ın namaz kılması olarak Türkçeye çevrilen ifadenin arapça karşılığı “Allah (azze ve celle)’ın salât etmesi” dir. Bu durumda salât kelimesinin Allah (azze ve celle)’a izafesi durumunda kullara izafe edilmesinden daha farklı bir manaya geleceği açıktır. Nitekim İbnü Fûrek’in Müşkilu’l-Hadîs’inde yer verdiği bir rivayette Cebrâil (aleyhisselam) Hz. Peygamber (sallallahu aleyhi ve sellem)’e: إن ربك يصلي / Muhakkak senin Rabbin salât ediyor(namaz kılıyor) dediğini nakletmektedir.[4] Bu rivayetin sened cihetiyle sabit olmaması boyutu şu anlık hiç mi hiç konumuz değil. Zira bizim için burada önemli olan İbn Fûrek’in bu rivayeti şerh sadedinde söylediği, “salat” kelimesinin Allah (azze ve celle)’a izafe edildiğinde “medih, sena, rahmet ve bereket” manalarına geldiğidir.[5] Zira İbn Furek gibi diğer İslam uleması da, bu tarz ifadelerin Cenab-ı Hakk’a izafe edilmesi durumunda kulların fiillerinde tekabül ettikleri manaya gelmeyeceklerini beyan etmişlerdir. Zira, nasıl ki, biz ayetlerde Cenab-ı Hakka izafe edilerek yer alan ve türkçe anlamı itibarıyla “el” diye çevrilen “yed” kelimesini bizim elimiz gibi anlamıyorsak ve bu bağlamda “sâk, vech, ayn, nazar, fevk, nüzul, indiyet, kurbiyet, meciet, maraz, dahik,” gibi bir kısım ayetlerde yer alan ifadeleri bize nispet edildiğinde tekabül ettikleri “baldır, yüz, göz, gözle bakmak, hissi anlamda üstünde olmak, cismî olarak inmek, yanında olmak, fiziksel yakın olmak ve gelmek, bedensel hasta olmak, gülmek” manalarında anlamıyorsak “namaz” olarak çevrilen “salât”ı da Cenab-ı Hakk’a izafe edildiğinde bizim namazımız şeklinde anlamayız. İslam tarihinde –Mücessime dışında- bu ifadelere başka bir anlam yükleyerek Allah ile kul arasında bir benzerlik ihdas eden kimse olmamıştır. Mücessimlerin de böyle bir vartaya düşmelerinin ardında yatan sebep İslamoğlu’nun bahsini yaptığımız ifadeleri yanlış anlamasının ardındakiyle aynıdır: Cehâlet.
  2. Bu izahtan da anladığımız üzere kelimeler, izafe edildikleri zatlara nispetle farklı manalara gelirler. Bunun böyle olduğunu bilmeyen cahiller, nassları düzgün anlayamadıklarından dolayı müminleri kolay bir şekilde şirk veya küfürle itham edebilirler. Bu durumu bir iki misal üzerinden şöyle izah etmemiz mümkündür: Cenab-ı Hak, İsra 1 veya Ğafir 20. âyetlerde هُوَ السَّمِيعُ الْبَصِيرُ buyurarak ‘basar’ ve ‘sem‘ yani ‘görmek’ ve ‘işitmek’ sıfatlarını kendisine hasretmektedir. Bu ayetlere göre Semî’ ve Basîr olan sadece Allah’tır. Bu sıfatlar sadece ona mahsustur. Fakat İnsan süresi 2. Ayette insandan bahsedilirken نَبْتَلِيهِ فَجَعَلْنَاهُ سَمِيعًا بَصِيرًا / Onu imtihan edelim diye, kendisini işitir ve görür kıldık” buyrulduğunu görüyoruz. Şimdi, yukarıda salat kelimesinin kula nispet edilmesiyle Allah (azze ve celle)’a nispet edilmesi durumları arasındaki mana farkını görmezden gelen İslamoğlu bu ayetlerle ilgili ne diyecektir? İsra ve Ğafir sürelerinde sadece Allah (azze ve celle)’a tahsis edilen bu sıfatların kula izafe edilmesi şirktir, küfürdür diyebilecek midir? Yoksa bu sıfatlar hakiki anlamda Cenab-ı Hakk’a mecazi manada kula izafe edilir mi diyecektir? Öyleyse salât kelimesinde neden bu ayrımı gözetmemektedir? Keza, Cenab-ı Hak Bakara süresi 143. ayette إِنَّ اللهَ بِالنَّاسِ لَرَؤُوفٌ رَحِيم / Zira Allah insanlara karşı şefkatli ve merhametlidir” buyurmaktadır. Bu ayetlere göre de Raûf ve Rahim sıfatları Allah’a aittir. Fakat Tevbe süresi’nin 128. Ayetinde ise bu sıfatların aynısını Resulüllah (sallallahu aleyhi ve sellem)’a izafe ederek şöyle buyurmaktadır:حَرِيصٌ عَلَيْكُمْ بِالْمُؤْمِنِينَ رَءُوفٌ رَحِيمٌ / O, size çok düşkün, müminlere karşı çok şefkatlidir, merhametlidir. İslamoğlu bu duruma da itiraz ederek Allah için kullanılan sıfatın kulda kullanılmasının şirk olduğunu söyleyerek Allah ile Hz. Peygamber arasında bir benzerlik olduğunu iddia edebilecek midir? Benzerleriyle çoğaltabileceğimiz bu misaller göstermektedir ki, sıfatlar ve fiiller nispet edildikleri zata göre farklı manalara gelirler. Nasıl ki, Allah’ın işitmesi, görmesi, şefkati ve acıması bizimkiler gibidir diyemiyorsak Allah(azze ve celle)’ın salâtı ile bizim salâtımızın aynı olduğunu söyleyemeyiz. İslamoğlu, gayet basit şekilde anlaşılabilecek bu durumu sırf bu kelimenin, tercüme edilmesi durumunda yaygın olarak akla gelen ‘namaz kılma’ anlamından istifade ederek Mahmud Efendi Hazretlerinin ifadesini çarpıtmıştır. Zira Mahmud Efendi Hazretlerinin bu ifadelerindeki “namaz” ifadesiyle kastı elbette ki bizim kıldığımız namaz değildir. Nitekim, İslamoğlu’nun da yayınladığı ifadelerde bunu bizatihi kendisi de beyan etmektedir. Ayrıca İslamoğlu’nun hakkaniyetle hareket etmekten zerre nasibi olsaydı bu ifadelere paralel şekilde yer alan ve ne denmek istendiğini ortaya koyan şu beyanı da yayınlardı: “Yalnız burada Mevlâ Teâlâ’ya isnad edilen salât’dan kulların kılmakta olduğu uzuv uzuv fiilerinden ibaret olan bildiğimiz namaz manası anlaşılmamalıdır. Çünkü Mevlâ Teâlâ’nın fiilleri hiçbir bakımdan yaratıklarının işlerine benzemez. Dolayısıyla Mevlâ Teâlâ’nın kendisine yapmış olduğu salât, tenzih, ta’zim, medih ve senâ manalarında anlaşılmalıdır.”[6] Görüldüğü gibi Mahmud Efendi Hazretleri bu ifadelerle İslamoğlu’nun çarpıtarak paylaştığı manayı kastetmediğini sarahaten beyan etmektedir.
  3. İslamoğlu yanlış anlayarak çarpıttığı ifadeler üzerinden şöyle demişti: “İnsan”abid/ ibadet edendir, Allah mabud/ibadet edilendir. Namaz ibadettir. “Allah namaz kılıyor demek haşa sümme haşa –Allah kuldur- demektir. Bu nasıl bir hezeyan, bu nasıl bir şirk, bu nasıl bir zırvadır?” hakkaniyetten son derece uzak bir tavırla sırf birilerine çatabilmek için demagojik bir tavrın ürünü olarak ortaya atılan bu ifadeler karşısında tahammül sınırlarımızı biraz geniş tutarak bu noktayı şöyle izah edelim: Cenab-ı Hakk’ın Âbid olması ile ma‘bud olması aynı manada olmadığı gibi bizim âbid olmamızla da uzaktan yakından ilintili değildir. Bu durum şunun gibidir: Cenab-ı Hak kimi ayet-i kerimelerde bizlere kendisini zikretmemizi emir buyurmaktadır. Bu âyetlere göre Allah Teâlâ mezkurdur yani bizim tarafımızdan zikredilendir. Bununla birlikte Cenab-ı Hakk’ın “Zâkir” olma durumu da vardır. Nitekim “Beni zikredin ki ben de sizi zikredeyim” ayetinde Allah Teâlâ mezkûr olduğu gibi aynı zamanda zakir olduğunu da ifade buyurmaktadır. Fakat hemen belirtelim ki, yukarıda da izah etmeye çalıştığımız gibi Allah (azze ve celle)’ın zâkir oluşu bizde olan mahut şekliyle “zikir çekmek” değildir. Keza Şâkir ve meşkûr olma durumu da böyledir. Allah Teâlâ Lokman süresi 14. Ayette insana اشْكُرْ لِي وَلِوَالِدَيْكَ / “Önce bana, sonra da ana-babana şükret”  buyurmaktadır. Bu ayete göre Cenab-ı Hak meşkûrdür. Bununla birlikte Teğabün süresi 17. Ayette Cenab-ı Hak kendisinden وَاللَّهُ شَكُورٌ حَلِيمٌ/ “Allah Şekûrdür ve halimdir” diye bahsetmektedir. Şu halde, Allah (azze ve celle) verdiği nimetlere mukabil bizim ona teşekkür etmemiz hasebiyle meşkûr, yaptığımız iyiliklere mükâfât vermesi açısından da “Şekûr”dür. Bu ikisi arasında hiçbir zıtlık söz konusu değildir. Dolayısıyla aslında tüm mesele İmam Gazzâlî’nin ifade ettiği gibi, Allah (azze ve celle)’ın isimlerinden kula nispet edildiğinde mecaz manasına, Allah (azze ve celle)’a nispet edildiğinde de hakikat manasına yorulması gerekenler olduğu gibi –ki bunlar çoğunluğu teşkil etmektedir- aynı şekilde kula nispet edildiğinde hakikat, Allah (azze ve celle)’a nispet edildiğinde mecazi mananın anlaşılması gerekenler vardır. Nitekim, es-Sabûr ve eş-Şekûr gibi isimler bunlardandır.[7] Buna göre, nasıl ki eş-Şekûr, ez-Zâkir gibi isimler kullara nispet edildiğinde hakikat manasında anlaşılıp Cenab-ı Hakk’a nispet edildiğinde mecaza hamledilmesi gerekiyorsa, Türkçeye tercüme edildiğinde “namaz” manasına gelen “salât” kelimesi de Allah hakkında “medih, rahmet, senâ” gibi mecaz manalarda anlaşılır. Bu küçük detaydan bile haberi olmadığı halde Esmâ-i Hüsna dersleri yapmaya kalkışmak gibi bir işe imza atmış İslamoğlu’nun Mahmud Efendi hazretlerinin şu ifadelerini bu denli yanlış anlamış olması gayet normaldir.
  4. Allah (azze ve celle)’a izafe edilen her bir fiil veya vasfı olduğu şekilde alıp, bizim yaygın kullandığımız manaya hamleden İslamoğlu’na şu soruyu sormak isterim: نَسُوا اللَّهَ فَنَسِيَهُمْ/ “Onlar Allah (azze ve celle)’ı unuttular Allah da onları” (Tevbe, 67) şeklinde tercüme edilen ayeti nasıl anlıyorsunuz? Salat kelimesinin mütercem hali olan “namaz” ifadesinden bizim kıldığımız namazı anlayarak bu yanlış algı üzerinden zarfları damgalayan posta memuru edasıyla etrafa “müşrik ve kafir” hükümleri dağıttığınız gibi bu ayette geçen “nisyan” ifadesinin de mütercem hali olan “unutmak” ifadesi üzerinden ahkâm kesecek misiniz? Yani “unutmak bize mahsustur, Allah (azze ve celle)’ın unutması mümkün olamaz. Bunu iddia etmek küfürdür” demeniz gerekeceğine göre ayette Allah (azze ve celle)’a izafe edilen nisyan/unutmayı mecaza hamlediyorsunuz demektir. Nitekim yazdığınız mealde de[8] bu ifadeyi “Allah da onları hatırlanmaya değer bulmadı” olarak çevirmişsiniz.[9] Peki madem bu kelimenin Türkçeye tercüme edildiğinde tekabül ettiği manayı direkt mecaza hamlederek anlamaya çalışıyorsunuz, salât kelimesinin tercümesi olarak Allah (azze ve celle)’a izafe edilen “namaz” kelimesine abanmanızın ardında yatan sebep ne? Bir türlü mağlup edemediğiniz ve bütünüyle tüm hissiyyatınızı kaplayan müminlere karşı duyduğunuz nefret duygusu olmasın? Nisyan misali üzerinden söylediğimiz şeyleri siz “mekr ve istihza” kelimelerinin bazı ayetlerde Allah (azze ve celle)’a izafe edilmesine kıyasla da tatbik edebilirsiniz. Daha fazla uzatmama adına bu kadarla iktifa ediyorum.

Nihai olarak görmüş olduk ki, İslamoğlu, salat kelimesiyle ilgili tercüme ifadelerin zahir ve yaygın anlamı üzerinden sürekli pusuda beklediği zata ve camiaya karşı kasıtlı ve sinsice bir manipülasyon operasyonu düzenlemek istemiştir. Ne var ki, bu tavrıyla şu sıralar sürekli göz kırptığı ve izlerini takip etmekle şerefyap olduğunu ima ettiği gürûhtan puan almış gözükse de ilim erbabı nazarında olmayan itibarını iyice dehlizlere gömmüştür. Ne yapalım şimdi biz? Kur’an Müslümanı olduğunu söylediği halde, Kur’an’ın, “bilmediğin şeylerin ardına düşme” emrini çiğneyerek kıymetli bir müminin hakkına giren zavallının bedbahtlığına mı, basit bir meselede bile cehaletini ibraz etmekten çekinmeyen, buna rağmen Allah (azze ve celle)’ın kelamını tefsire kalkışan bir cüretkârın müflisliğine mi, müminleri bir türlü sevememiş, sürekli bu dine kem gözle bakanlarla saf tutmuş müzebzeb bir tavrın acizliğine mi yanalım? Son sorum şu olsun: İslamoğlu! Müminleri sevmek, sözlerini anlamaya çalışmak bu kadar zor mu?


[1] https://twitter.com/mustafaislamogl/status/1245472662211702797

[2] Mahmud Ustaosmanoğlu, Sohbetler, İstanbul, 2012, Baskı: I, VI/199

[3] https://www.youtube.com/watch?v=Pf8YSzECR3Q

[4] İbn Fûrek, Ebubekir Muhammed b. el-Hasen, Müşkilu’l-Hadîs ve Beyânuhû, Thk: Musa Muhammed Ali, Âlemu’l-Kütüb, 1985, s. 343

[5] İbn Furek, a.g.e., s. 344

[6] Mahmud Ustaosmanoğlu, Risâle-i Kudsiyye Şerhi ve İzahı, Sraç yayınevi, İstanbul, s. 541

[7] Ebû Hamid Muhammed b. Muhammed el-Gazzâlî, el-Maksidu’l-Esnâ fî şerhi Me‘ânî Esmâillâhi’l-Hüsnâ, Nşr: el-Cifân ve’l-Câbî, Kıbrıs, 1407, Baskı: I, s. 80

[8] Mustafa İslamoğlu, Hayat Kitabı Kur’an Gerekçeli Meal- Tefsir, Düşün Yayıncılık, İstanbul, Haziran, 2008, s. 331

[9] Kaldı ki bu çevirinin doğruluğu da epey su götürür. Yeri gelmişken söyleyelim: Acaba şu gök kubbe altında yazdığı meal üzerine kitap çapında yanlış bulunmuş ve mealinde işlediği ilmî cinayetler hatalar bir kitap olarak neşredilmiş bir meal yazarının hala mealini basıyor olması kadar ilmî bir ayıp mevcut mudur? Yahut, insanların sözlerini anlamaktan aciz olan bir insanın arapça bilgisinde görülen onca eksikliğe rağmen Allah’ın kelamını anlatmaya kalkışmasındaki “rahat” lığa ne denmeli?