Doğrunun yanlıştan, isabetin hatadan ayrılmasında aklı mutlak manada mizan olarak telakki edenlerin, fikir harmanında hercümerc ettikleri bir meseledir Ru’yetullah meselesi… Tabanın düzgün olmaması durumunda sathın düzgün olamayacağı şeklindeki kaziyye-i müsellemeye göre, mezheplerinin usûlü olarak benimsedikleri aklı naklin önüne geçirme[1] gibi bir vartaya düşenler asla akide sahasında doğruyu bulamayacak ve en doğru olanın en yanlış nasıl anlaşılabileceğinin mümessilleri olacaklardır. Zira hak adına çizilen doğru yolda en ufak bir yalpa dahi takla mesabesindedir. Sadedinde olduğumuz bahiste de anlatılmaya çalışılan durum gözlemlenmektedir. Ru’yetullah meselesini inkâr eden Mutezililerden[2] belki bir kısmı iyi niyetle,[3] diğer bir kısmı mükâbere yüzünden dinde akide sahasında değerlendirilen ve inkâr edilmesi durumunda kişiyi sahabe ve onların yolunda olanların bulunduğu selâmet caddesinden sınır dışı edecek bir yanlışa düşmekten kurtulamamışlardır. Kısacası iyi niyetleri, Resul-iEkrem’in var dediği yerde yok demekten kendilerini alı koyamamıştır. Ötekiler diye tabir edeceğimiz Müşebbihe tarzı akımlar ise her ne kadar salt olarak “Ru’yetullah’ınisbatını kail iseler de, bu ispatları Allah Azze ve Celle’yi cisim olarak telakki etmelerinden kaynaklanmaktadır. Bu manada onlarda aslında “Ru’yet”in münkiri sayılmalıdır.[4]

Dinde bir şeyin mevcudiyetini yahut ademiyetini tespit noktasında esas alınması gereken mesnetler yine din tarafından belirlenen”Kur’an ve Sünnet” olmalıdır.[5] Akıl ise belki bunların anlaşılması ve doğru bir şekilde muhakeme edilmesi noktasında önemli bir müessirdir.[6]Ancak akla verilmesi gereken muadele, haddini ve hududunu aştığı sırada peşi sıra gelen bütün muhakemeler aynı mahiyeti arz edecektir.[7]Bu meseleye bağlı olarak Allah Azze ve Celle ‘nin Dünya’da görülmesinin caiz olup olmaması, rüyada görülüp görülememesi, kendi zatını görüp görmeyeceği gibi konular da bu bahsin zımnında tartışılmıştır.[8] Bütün bunların hepsi daha çok her fırkanın Cenab-ı Allah’ın zatına “Rü’yet’in keyfiyetine dair benimsediği anlayıştan neş’et etmektedir. Sözgelimi, Cenab-ı Hakk’a cismani sıfatlar izafe eden Mücessime, rü’yetin keyfiyetine dair mukabeleli ve bir mekânla mahdut görmekten söz etmektedir.[9] Bütün bunlardan sonra Rü’yetullah’ı kabul etmeyenler ile müdafaa edenlerin tutunmuş oldukları delillere bir göz atalım.

Kabul etmeyenler ve bazı gerekçeleri

Her topluluğun, kendi yanında bulunanlarla övündüğü Kur’anî bir hakikattir.[10] Bahsinde olduğumuz konu ve sair konularda muhtelif fırkaların durumu bundan ibarettir. Yani Kur’an’ın insanı hidayete erdirme vasfı olduğu gibi, gerektiği şekilde okunmaması durumunda insanı saptırması dahi söz konusudur.[11]Meseleye bu açıdan bakılacak olursa, Rü’yetullah’ı inkâr edenlerin öne sürdüğü bir takım ayetler –Kur’an’dan konuşuyor olması hasebiyle- şaşırtıcı gelmemelidir. Zira bazen konuşulan bir şey doğru olmasıyla birlikte, bu doğruyu söyleyenin yalancılıktan kurtaramaması bahis mevzuu olabilir. Zaten bu nokta “doğruyu söylemekle doğru söylemenin- ayrı şeyler olduğunu belirgin kılan noktadır.[12]Ru’yetullah’ı kabul etmeyenler bir takım gerekçeler ortaya sürmektedirler ki bir kısmı şunlardır:

  1. Allah Azze ve Celle Ayet-i Kerimesinde “Gözler onu idrak edemez, o ise gözleri idrak eder”[13]buyurmaktadır. Bu ayette geçen idrak ve basar kelimeleri birlikte kullanıldıklarında bizatihi “görme” manası anlaşılır. Dolayısıyla bu kaide üzerinden ayette sarahaten Allah Azze ve Celle’nin zatını görülmekten beri kıldığı belirtilmektedir. Ve bu beri kılma işi zata bir medh anlamında yapılmaktadır ki bunun aksi noksanlığı gerektirecektir. Noksanlık ise hiçbir halde Allah Azze ve Celle için düşünülemez[14] Bunun medh için olduğu ise ayetin siyakından anlaşılmaktadır. Bari Tealâ’nın medh için kurduğu bir cümlede o kabilden olmayan şeyleri zikretmesi düşünülemez.[15]
  2. Kendisiyle istidlal edilen “ O gün bir takım yüzler ona bakıcıdır”[16] şeklindeki ayet-i Kerimede tabir olunan “nazar” savunulan manada “görmek anlamında kullanılmamaktadır. Zira bunun böyle kullanımına dair hiçbir delil yoktur. Şayet yukarıdaki ayetin âmm olup, bu ayetin hass olacağı ve bu gerekçeyle hassın amm olanı tahsis etmesi gerektiği üzerinden görmeyi nefyeden ayetin genelliği sınırlandırılacak olursa bu imkânsızdır. Çünkü Hass olanın amm olanı tahsis etmesi yahut mutlak olanın mukayyed’ehamlolunması her hangi bir mani’ bulunmadığı durumdadır. Burada ise Allah azze ve Celle’nin zatına yönelik medh anlamında getirdiği ru’yet-i nefy durumu vardır ki zıddının isbatı noksanlığı gerektireceğinden ala külli hal zıddı olan “ru’yet” caiz değildir.[17]Burada bahsi yapılan nazar olsa olsa “bekleme” manasıdır.
  3. Akli olarak düşünüldüğünde “Ru’yet” görülenin bir cihet ve mekan’a münhasır olmasını iktiza eder ki bu da Cismiyeti gerektirir. Allah’ın cisim olmadığı ise açıktır.Zira bu mesele aynı zamanda ilme’l-yakin bilinen ve hasımlar katında müsellem olan bir meseledir.[18]
  4. Sem’i olan delillerde de Ru’yetullah’ı ispat sadedinde sadra şifa verecek deliller mevcut değildir. Nitekim delil olarak öne sürülen Musa Aleyhisselam’ın Allah Azze ve Celle’yi görmek istemesi ve buna mukabeleten Cenab-ı Hakkın zatını göstermesini dağın istikrarı/yerinde durması gibi mümkün olan bir şeye bağlaması şeklindeki yorum tutarsızdır. Zira bu ayette Cenab-ı Hakkın görülebileceğinden öte belki görülemeyeceğine işaret vardır. Çünkü dağın yerinde duramayacağı filhakika Allah Tealâ tarafından bilinen bir işti. Dolayısıyla Cenabı Allah’ın ru’yeti dağın istikrarı gibi olmayacağını bildiği bir işe bağlaması, mümküne ta’lik değil, bilakis muhale bağlamaktır. Muhale bağlanan bir şartın keza muhal olacağı izahtan varestedir.[19]
  5. Musa (Aleyhisselâm)’ın Allah’ı görmeyi talep etmesi kavminin kendisine söylediği “”Allah’ı açıkça görünceye dek sana inanmayacağız”[20] sözüne mukabildi. Yani Musa (Aleyhisselam) Allah Teâla’yı görmeyi kendisi muhal olduğunu bildiği halde, kavminin de bunun muhalliğini bilmeleri için istemişti.[21] Kendisi için talebi ise, bu işin ona muhal olmasının, kavmine muhal olmasını evleviyet yoluyla gerektirmesi içindir.[22]
  6. Musâ(Aleyhisselam)’ın Allah Azze ve Celle’den ru’yeti taleb ettiğini anlatan ayet-i kerimede, görmenin dağın yerinde durmasına bağlanmasından öte kullanılan لن kelimesi vardır ki bu te’bid ifade etmektedir. Dolayısıyla bu da bize Allah Tealâ’nın Dünya’da görülmesinin muhal olduğu kadar, Ahirette görülmesin de muhal olduğunu göstermektedir.[23]
  7. Cenab-ı Hakkın Dünya’da görülebileceğini savunmak, onun cisim olduğunu savunmaktan farksızdır. Zira görülen şeyin bir mekân ve ciheti haiz olması muhakkaktır. Bu durumda Allah Celle Celalu’hudan cisim olmasını nefyeden kimselerin görülmesini de nefyetmeleri gerekir.[24]

Savunanlar ve gerekçeleri:

Allah Tealâ’nın görülebileceğini savunan Ehl-i sünnetin bu iddiası Ahirette tahakkuk edecek olan görmeye yöneliktir.[25] Zira bu şekildeki bir “ru’yet Allah Azze ve Celle’den bir va’d olarak Kur’an-ı Hâkim ile sabit olmuştur.[26] Aksi halde Dünya’da bunun vuku açısından mümkün olmadığı Ehl-i Sünnet ulemasınca da müsellemdir. Bu bağlamda Ehl-i sünnet Ulema, Allah’ın ahirette görülebileceği şeklindeki davalarını sıralayacağımız şekildeki bazı delillerle ispatlamışlardır.

Edille kısmına geçmeden önce “Herhangi bir konu hakkında konuşmak için o meselenin mahiyetini bilmenin gerekli olduğu” yahud, “Bir şey hakkında konuşmanın mefhumunu tasavvurun fer’i olduğu kaidesine iktidâen evvela Ulemanın ru’yet derken neyi kastettikleri üzerinde duralım. “Mesela Güneşe bakıp onu gördüğümüzde ve daha sonra gözlerimizi yumduğumuz anda Güneşin varlığı hususunda bizde ilmi celî hâsıl olur. Yahut bir şeyi kesin bir şekilde biliriz. Bu bilgimizden sonra buna ziyade olarak bir de onu görürüz. İşte her iki durumda izah edilmeye çalışılan bu kesin bilgi üzere zait olan şeye “Ru’yet” denir.[27] Ve izah edilen şekildeki ru’yet adî/ adette olan görme şeklidir. Bu şekilde olan bir ru’yetin, alem-i imkânda kendisine mahsus bazı şartları olsa da, Allah Teâlâ’nın görülebileceğini savunan alimler, “Ru’yetullah meselesinde bu şartlardan bahis mevzu yapmamaktadırlar. Zira ortada Mevlâ’nın va’dine mukabil gerçekleştireceği bir fiili vardır ki; burada şart söz konusu olamaz.[28]

  1. Birinci olarak bilinmesi gereken zaruri kaide “Her mevcut olanın görülebileceğidir. Zira bizim, kâinatta var olan bir takım Cisim ve arazları gördüğümüz muhakkaktır. Bu görmemizde iki tür illet söz konusu olabilir ki bunlardan birisi Hudus olup diğeri “Vucût” tur. Görmek hususunda “Hudüs”un illet olması düşünülemez. Zira Hudûs” ademî olduğu için illet olmaya elverişli değildir. Bu durumda görmenin illeti olarak “Vucut” belirlenmiştir.[29] O halde bu “vücut” kavramının illet olarak tespit edilmesi neticesine Allah Azze ve Celle’nin de “mevcut” olmasından yola çıkılarak görülebileceğini söylemek kaçınılmaz olacaktır.
  2. “Gözler onu idrak edemez, o ise gözleri idrak eder”[30] ayet-i kerimesinde birkaç ihtimalin bulunması zaruridir. Şöyle ki; Allah Azze ve Celle Kur’an-ı Kerim’in bir yerinde[31]“Bir takım yüzler ona bakıcıdır” buyurmakla kendisinin görülebileceğini buyurmuştur. Bundan sonra görülemeyeceğini ima ettiren bu ayetin “Gözler onu Dünya’da idrak edemez, Ahirette edebilir” yahut Kâfirlerin gözleri onu idrak edemez” gibi manalar ile bu ayetin tevil edilmesi kaçınılmaz olmuştur.[32]Zira bu ayet-i kerimede umum-i selb[33]’ten öte“Selbu’l Umum”[34] a delaleti vardır. “ إن محمداً صلى الله عليه وسلّم ما آمن به كل الناس” cümlesinin ifade ettiği mana nasıl ki bütün insanların iman etmediğini göstermiyorsa, bu ayet de aynı şekilde bütün insanların göremeyeceğini ifade etmez.[35] Bu konuda dikkat edilmesi gereken bir noktada şudur: Bu ayette nefyedilen şey ru’yet değil idraktır. İdrak ile ru’yet arasında ise fark vardır. Söz gelimi bir şeyin hududu ve sınırı olup, gözün bu şeyi bütün taraflayla görmesine “idrak” denir. Şayet göz bu şeyin bütün taraflarını göremeyecek olursa buna da sadece “ru’yet denir. O halde buradan anlaşılan şudur “ru’yet” cinstir ve altında iki kısmı barındırır. Bunlardan birisi “İhata ile ru’yet-ki buna idrak denir- ikincisi ise ihatasız ru’yettir. Bu açıdan bakılacak olursa cinsin iki nevisinden sadece birinin nefyi cinsin tamamının olumsuzlaştırılmasını gerektirmeyecektir.[36] Dolayısıyla bu ayet üzerinde “ru’yetin olamayacağını söylemek doğru olmayacaktır.[37] Ayrıca bu ayet-i Kerimede Allah Azze ve Celle’nin medh yolu üzere kendisinden görülmeyi nefyetmesi, görülmesinin muhal olduğunu değil, bilakis görülebileceğini (caizu’r-Ru’ye) ispat etmektedir. Çünkü mümkün olan bir şeyin nefyedilmesiyle medh hasıl olacaktır. Meselâ, görülmemek şanından olan ma’dum (yok)’un görülemeyeceğini söylemek, ma’dum açısındanasla bir medh’e delâlet etmez.
  3. Ayet-i kerimede geçen “ناظرة” kelimesinin “bekleyici şeklinde manalandırılması zorlama bir tefsir olmaktadır. Zira “İla” harf-i cerri ile kullanılan “nazar” kelimesinin bildiğimiz manada bir şeye bakmak anlamına geldiği açıktır.[38] Yani bu kelimenin “ilâ” ile kullanımı Arap isti’malinde bu şekildedir. Hakiki manadan çeviren mani bir karine olmaksızın, başka bir manaya dönülemeyeceği için bu ayette geçen “nazar”ın “intizar/bekleme” şeklinde manalandırılması doğru olmayacaktır.[39]Burada geçen “ilâ” nın harf olup “nimet” manasında isim olmadığı da açıktır. Seleften hiç kimse harf manasını terk etmek suretiyle ayet-i farklı manalandırmamıştır.[40] Ayrıca nazarın “beklemek” manasında olan “intizar” la tefsir edilmesi ahirette ki ahvale mutabık değildir.[41] Zira ayette bahsedilen bir nimettir. Beklemek ise kendisinde hayli zorluk bulunan bir şeydir. Dolayısıyla bu ayetin Allah Teâla’yı görme manasında olduğu açıkça belirmiştir. Nitekim nakli olan başka deliller de ayetin mezkûr manada olmasını iktiza etmektedir.[42]
  4. Musa (Aleyhisselâm)’nın Allah Teâlâ’dan ru’yeti taleb etmesi meselesine gelince; burada birkaç bahis söz konusudur. Birinci olarak Musa peygamberin bu isteği mukabilinde Mevlâ’nın, görmeyi dağın yerinde durmasına bağlaması haddi zatında mümkün olan bir işe bağlamadır. Zira dağın yerinde durması bütün akıllılarca mümkün olan bir şeydir. Ayette Musa Aleyhisselâm’ın bunu talep ettiğinin beyan edilmesi de ayrı bir delildir ki Muhal olan bir şeyi talep hiçbir peygamberin şanına yakışacak şey değildir.[43]Musa Aleyhisselâm’ın Allah CelleCelaluhu ‘ya karşı yapmış olduğu bu talebin kavminden niyabeten[44] olduğu da ileri sürülemez. Çünkü hiçbir Nebî’nin muhal olan bir talebi tehir edip Allah’a sorması düşünülemez. Bu durumun ispatı, yine Musa peygamberin kavminin kendisinden onlara ait bir ilah belirlemesini istemeleri mukabilinde “Muhakkak siz Cahil bir kavimsiniz”[45]sözünde gizlidir. İkinci olarak ele alınması gereken konu Mevlâ’nın Musa peygamberin şu sözüne mukabil olarak “Beni asla göremeyeceksin[46] buyurduğu kavl-i şerifinde geçen “len” harfinin “te’bid/ebedilik” ifade ettiği konusudur. Bu şekildeki bir iddianın tutarsızlığı yine Kura’n-ı Kerimde geçen iki ayet arasındaki mukayese neticesinde tezahür edecektir. Şöyleki; Allah Teâlâ Yahudilerin ölümü temenni edemeyeceklerini ifade buyururken keza “len” harfini kullanmaktadır.[47] Buna göre onların hiçbir halde ölümü isteyememeleri gerekirken Zuhruf Süresi’[48]nde Cehennemliklerin hallerini anlatırken onların “Ey Malik Rabbin bizi öldürsün” şeklindeki sözlerini hikâyeyle ölümü talep edeceklerini haber vermektedir.[49] Buradan anlaşılan iddia edildiği gibi “len” harfinin her zaman “te’bid” ifade etmeyeceğidir.[50]
  5. “Ruyet” i savunmakla cisimliğe delaleti olan bazı kavramları savunmak arasında bir telazüm ilişkisi kurulması doğru değildir. Çünkü “Cihet, Mukabele, İhata, suret gibi kavramların illeti yahut melzumu kabul edilen ru’yet bizim alışageldiğimiz ve alelade diyebileceğimiz görme şeklidir. Allah Teâla hakkında iddia edilen şekil ise bu mefhumlardan tecrit edilmiş, tamamen farklı bir görme şeklidir. Nitekim alelade olan görme şeklinin bazı zamanlarda değişikliklere maruz kaldığını gözlemlemekteyiz. Mesela sahih rivayetle bize nakledilen Efendimiz’inSahabe’ye hitaben “Muhakkak ben sizi arkamdan görüyorum”[51] şeklindeki hadiste “ru’yet” olduğu halde lazımı olduğu iddia edilen mukabele yoktur.[52] Bir de “ru’yet” sıfatının eşit seviyede taalluk ettiği görenle görülen arasında cihet ilişkisini ale’l ıtlak düşünmemiz neticesinde önümüze Allah’ın bizi bir mekândan mı gördüğü? Şeklindeki müşkil soru çıkacaktır. Bu şekildeki bir soruyu sadece bu durumun görülme konumunda meydana geleceği şeklinde yorumlanması mahza tahakküm, diğer ifadeyle sebepsiz tercih olacaktır.[53] Demek ki; Allah Teâlâ’nın bildiğimiz manada ru’yet” ten farklı bir tarzda görme yaratması caizdir. Zira bu numuneler bu manayı açıkça delillendirmektedirler.

Hatime:

Ez Cümle, Allah Azze ve Celle’nin kullarına in’am kabilinden bahşettiği “Ru’yet” elbet tahakkuk edecektir. Bu hususta uyandırılmaya çalışılan şüpheler, inkârcıların bu nimetten faydalanamaması neticesini verirken[54]bunun dışında kayda değer bir şey ifade etmemektedir. Ayrıca bu makale bütün bunları muhtevi olduğu ve tahlil ettiği şeklinde bir iddia gütmemektedir. Belki bu yazı, belli bazı muhalif görüşlerin ne şekilde ortaya sürüldüğü ve bunlara ne tarzda cevap verildiğini beyandan ibarettir. Bununla birlikte mücerret şu görüşlerin incelenmesi ve makul şekilde muhakeme edilmesi kişiyi hakka götürecektir. Zira aklın yolu birdir, bir de bunu nakil te’yit ederse…!   Vesselâm…


[1]Mu’tezile mezhebinin bu şekildeki tutumu bir kelâm meselesi olduğu kadar usul ilmine de konu olan “Hüsün Kubuh” bahsinde açıkça gözlemlenmektedir. Mesela bkz. Muhammed bin Ali eş-Şevkani, İrşadu’l-Fuhu’l ila tahkiki’l-Hakk min ilmi’l Usul,  1/28 Daru’lKitabi’l Arabi, B.1 1999

[2] Ve Haricilerden…  Bkz. es-Seyfu’l Meşhur fi akidetiebi Mansur, Tacuddin es-Sübki, s. 14  Bununla birlikte Hariciler, Neccariler, Zeydiler, Rafiziler Bkz. Tabsıratu’l-Edille, 1/508  D.İ.B 1993 ANKARA

[3]  Burada şu tabiri kullanmamızın sebebi Mu’tezili alimlerden bir kısmının “Ru’yetullah’ı inkâr sadedinde olan kavillerinin, Cenab-ı Hakkı noksanlıklardan tenzih menşe’li olmasıdır. Kadı Abdü’l-Cebbar’ın “el-Muğnî fî Ebvabi’t-Tevhidve’lAdl”ininRu’yetu’l-Bari)el-Müessesetü’lMısrıyye el-Âmme…4/36-38.( Sahifeleri incelenirse bunun en azından kımi bir misaline şahit olunmuş olur.

[4]Fahru’ddin er-Razi, Muhassalu Efkâri’l-Mütekaddimin ve’l-Müteahhirin, s.189 Mektebetü’lKülliyati’l-Ezheriyye, Mısır, Tarih-baskı yok

[5]“Bir şeyde niza edecek olursanız onu Allah(ınkitabın)a ve Resul(unun sünnetin)’e havale edin” Nisa 59

[6]Bu noktada İbnEbi Şerif “Şeriatın akılla sabit olduğunu, zira bir şeriatın ve dinin sabit ve makbul olabilmesinin onu tebliğ edenin göstereceği mu’cizenin, o peygamberin doğruluğuna delaletinden geçmektedir ki bunun muvazenesini yapacak olan da akıldır. Dolayısıyla akıl, Şeriata nisbeten şahit konumunda olması hasebiyle, şayet Din aklın reddedeceği bir şeyi emrederse din ve aklın ikisinin de batıl olmasıgerektiğini”söylemektedir. Bkz. İbnEbi Şerif, el-Müsamere Şerhu’lMüsayere, s. 31 Çağrı Yayınları (Tarih- Baskı yok)

[7]Zira Hz. Ali RadıyallahuAnh’ın “Din akılla olsaydı, Mest’in alt tarafının mesh edilmesi üstünün mesh edilmesinden evlâ olurdu” -Beyhaki, es-Sünenü’l Kübra, Kitabu’tTahare 1 Babu’lİktisarbi’l Mesh alâzahiri’lHuffeyn 291 No: 1438,- şeklindeki sözü bu manayı desteklemektedir.

[8]  Bu tarz tartışmalar belli fırkalar arasında, bir ölçü maiyetinde deveran ederken, bir takımları ölçüyü kaçırıp Allah Azze ve Celle’nin Dünya’da dahi görülebileceğinden öte dokunulması ve musafaha edilmesi(!)nin bile mümkün olduğunu söylemişlerdir. Diğer bazıları sadece uykuda görülmesinin caiz olduğu, yakaza halinde bunun mümkün olmadığını söylemişlerdir.Aynı şekilde, gözle görülmesini kabullenmeyen Mu’tezile fırkası, kalple görülmesi (bilinmesi) hususunda da kendi arasında iki kısma ayrılmıştır Bkz. Ebu’lHasen el-Eş’arî, Makâlâtü’l-İslâmiyyîn, s. 287-288, el-Mektebetü’l-Asriyye, Beyrut 1990 B.yok

[9] İmam el-Eş’arî, Makalâtü’l-İslâmiyyîn, s. 288

[10] Mü’minûn 53

[11] Bakara 26

[12] Bu duruma misal olarak Hz. Ali’ye aleyhtar olarak ortaya çıkan ve mızrakların uçlarına geçirdikleri Mushaflarla “Hüküm Allah’ındır” şeklindeki ayet-i celileyi terennüm eden Harici fırkasının bu şekildeki sözlerini “Bu, kendisiyle batıl kastolunan hak bir sözdür” şeklinde tahlil eden Hz. Ali (RadıyallahuAnh)’in şu enfes sözü zikredilebilir. Yahut Münafikun süresinin ilk ayetlerinde anlatılan, münafıkların Peygamberin “Allah’ın elçisi” olduğuna şehadet etmeleri vs.

[13] En’am 103

[14] Kadı Abdü’l-Cebbâr, Şerhu Usûli’l-Hamse, s. 233, MektebetüVehbe, Kahire 1996, B.3

[15]Kadı Abdü’l-Cebbâr, ŞerhuUsûli’l-Hamse,s.235

[16] Kıyame 22

[17]Kadı Abdü’lCebbâr,a.g.e. s.242

[18] Said Ramazan el-Bûtî, Kübra’l-Yakîniyyati’l-Kevniyye, s. 170, Daru’l-FikrDımeşk 2010 B: 31

[19]Said Ramazan el-Bûtî,a.g.e. s.171

[20] Bakara, 55

[21]Sa’düddin et-Teftâzânî,Şerhu’lAkâid, s.53, Mektebetu’lKülliyyati’lEzheriyye, 1987 B.1

[22]et-Teftâzânî,Şerhu’l-Makasıd, 3/136 ,Daru’l Kütübi’l-İlmiyye,2001, B.1

[23]et-Teftâzânî,Şerhu’l-Makasıd, 3/153, Bûtî, a.g.e. s.171 Mu’tezile’yenisbet edilen şu istidlal şeklinin Zemahşeriye ait olduğu belirtilmektedir.

[24] Celaluddin el- Habbazî, el-Hâdî fî Usûli’d-Dîn, , s. 122 (dipnot) İstanbul 2006

[25] Ebu Bekir el- Bakıllânî, el-İnsaf Fimayecibu İ’tikaduhu velâ yecuzu’lCehlubihi, s. 45 el-Mektebetu’lEzheriyye, Mısır 2000, B.2 (Muhammed Zahid el- Kevserî tahkikiyle)

[26]El-Cüveyni, el-Luma’ fi Kavaidi ehli’s-Sünneve’l-Cemaa, s. 161 (Yayınevi yok)

[27] İbnEbî Şerif, a.g.e. s.36

[28] İsmail Gelenbevî, Haşiye Ale’lCelâl,s. 42 Dersaadet 1316

[29] et-Teftâzânî,Şerhu’l-Makasıd 3/139

[30]  En’am, 103

[31] Kıyame, 22-23

[32]  İmam el-Eş’arî, el-İbane an Usûli’d-Diyâne, s. 63 MektebetuDari’l Beyan-Mektebetu’lMüeyyed, 1990, B.3

[33]  Nefyin/olumsuzluğun genelleştirilmesi… Yani durumun hiçbir kimse için tahakkuk edemeyeceğinin ifade edilmesi…Mu’tezile bu ayetin şu manayı iade ettiğini söyleyip, hiçbir halde bir kimsenin Allah’ı göremeyeceğini kail olmuştur.

[34]  Bir durumun genelden nefyedilmesiyle bazı kişiler için olabileceğinin ifade edilmesi…

[35] Fahru’ddin er-Razi, Mefatihu’l-Gayb, 13/104, Daru İhyai’t-Türasi’l- Arabi, Tarih ve Baskı –yok-

[36] er-Razi, a.y.

[37] Ayrıca, bir Mu’tezili olan Dırar İbn Amr’ın “Allah Tealânın görülmesi hususunda, Mevlâ’nın bizde altıncı bir hâsse yaratmasıyla bu olayın gerçekleşeceği şeklindeki görüşü, bu meyanda zikri değer bir görüştür. Bkz. Âlûsî, Ruhu’l-Me’ânî, 7/247

[38]et-Teftâzânî,Şerhu’l-Makasıd, 3/143

[39] Ebu’l Muin en- Nesefî, Tabsıratu’l-Edille, 1/521 D.İ.B 1993 Ankara –Kendisine bitişen bir karine ile bekleme manasına gelen nazar kelimesine إلى الرحمن يأتي بالفلاحِ وجوهٌ يوم بدرٍ ناظراتٌ şeklindeki şiirle misal verilmektedir ki burada ki “ye’tî” fiili, “naziratun” kelimesinin “bekleyiciler”” anlamını ifade ettiğini göstermektedir.

[40] Kemalu’ddin el-Beyadî, İşaratu’l Meram min İbarati’l-İmam, s. 204 Zemzem Bublişerz Karaçi, 1425, B.1

[41] El-Beyadî, a.g.e.,a.y.

[42]Bu deliller cümlesinden olarak “Muhakkak sizler, ayın on dördünde kameri gördüğünüz gibi Rabbinizi göreceksiniz ve onu görmek hususunda hiçbir sıkıntı çekmeyeceksiniz” Buhari KitabuMevakiti’s Salat, BabuFadliSalati’lAsr, No: 554, “Güzel işleri işleyenler için en güzel (Cennet) ve ziyade vardır”(Yunus 26) Ayet-i Celiles’inde geçen ziyade’nin “Allah’ı görmek” manasında olduğu şeklindeki rivayet de aynı şekilde bu manayı müeyyittir Bkz. İbn Kesir 4/262.

Ayrıca, Fahru’r-Razî İnsan süresi(20) nde “Sen orada gördüğün zaman, pek bol bir nimet ve geniş olan çok büyük bir mülk görürsün” şeklindeki ayette geçen “mülk” kelimesinin başka kıraatlerde ”Melik” olmasından “Ru’yetullah”’a istidlal etmektedir. Tefsir-i Kebir 13/131, M. Salih ez-Zerkân, Fahru’’ddin er-Razi ve Ârâuhu’lKelâmiyye, s. 270,Daru’lFikr,

[43] Ebu Mansur el-Bağdâdî, Usûlu’d-Dîn, s. 120 D. Kütübi’l- İlmiyye Beyrut-Lübnan 1423 B.1

[44] Çünkü onlar “Allah’ı açıkça görünceye kadar sana asla inanmayacağız” demişlerdi. Bkz. Bakara 55

[45] Araf 138

[46] A’raf 143

[47] Bakara 95

[48] Zuhruf 77

[49] Ebu Bekir es-Sâbûnî, el-Bidaye fî Usûli’d-Dîn,s.76 Daru’l Maarif, Mısır 1969

[50] Keza Nureddin es-Sabuni, bu duruma misal olarak Meryem (Aleyhesselam)’ın kavmine “Bu gün kimseyle konuşmayacağım –Meryem 26- sözünü delil getirir. Çünkü orada “len” ile bu gün kaydının toplanması söz konusudur. Şayet iddia edildiği gibi “len” ebedilik ifade etseydi şu kelamda tenakuz olması lazım gelirdi.- es-Sabuni a.y.-

[51] Buhari, Kitabu’l-Ezan, BabuTesviyeti’s-Sufufİnde’l İkame ve Ba’deha, No: 718

[52] İbn Ebi Şerif. a.g.e. s. 41

[53] İbn Ebi Şerif, a.g.e., s. 42

[54] Zira “el-İnkâr Yûcibu’l-Hirmân”- İnkâr etmek mahrumiyeti gerektirir” sözü meşhurdur.