Öztürk, Kur’an’ın tarihsel bir hitap olduğu noktasındaki iddialarını bir başka dayanakla da temellendirmek istiyor. Söz gelimi bu dayanak, ona göre Kur’an’ın dil düzeyinde evrensellik iddiasında bulunmadığıdır. Bunun da gerekçesi Kur’an’ın Arapça olarak inzal edilmiş olmasıdır. Bu noktaların ilgili iddiaya nasıl mesnet olduğu sorusu Öztürk’ün ifadelerinde şöyle karşılık buluyor:

Kur’an dil-lisan düzeyinde de evrensellik iddiası içermez. Çünkü Kur’an Arapların diliyle inzal edilmiştir. Bazı ayetlerde açıkça belirtildiğine göre Kur’an’ın Arapça olarak inzal ediliş nedeni akletme, dolayısıyla düşünme ve anlamadır. Kur’an’ın Arapça oluşu ile akletme arasındaki ilinti çok sarihtir ki Araplar için anlamlıdır. Nitekim Kur’an’ın Hz. Peygamber’e Arapça olarak vahyediliş gerekçisini “Mekke ve çevresindeki insanları uyarmak” şeklinde belirten 42/Şûrâ 7. ayet bu gerçeğin en müşahhas delilidir.[1]

Öztürk’ün Kur’an’ın dili üzerinden destek arayışına çıktığı tarihselcilik anlayışına karşı söyleyeceklerimiz de sırasıyla şöyledir:

  1. Allah ﷻ’ın gönderdiği kitap, kulları ile kelamını vasıta yaparak irtibata geçmesi manasına geldiğine göre mutlaka bir dille gönderilmiş olacaktır. Bu dilin hangisi olacağı da kitabın ilk muhatap olarak gönderildiği peygamberin ve o peygamberin de gönderildiği ümmetin konuştuğu dile göre belli olacaktır. Bu nedenle her peygamber de kavminin lisanıyla gönderilmiştir. Nitekim, bu durum bir ayet-i celilede şöyle ifade buyrulmaktadır: “(Allah’ın emirlerini) onlara iyice açıklasın diye her peygamberi yalnız kendi kavminin diliyle gönderdik”[2] Demek ki, gönderilecek olan kitabın dili hem vahyedildiği peygamberin hem de ilk muhatapları olan kavmin lisanına göre taayyün etmektedir. Bu durumu Kur’an-ı Kerim’e uyarlamaya kalktığımızda doğal olarak şöyle bir netice ile karşılaşmaktayız: Kur’an arap olan Efendimiz ﷺ’e vahyedilen ve yine arap olan sahabeyi ilk muhataplar olarak kabul eden bir kitap olduğu için elbette arapça bir lisan ile gelmiştir.[3] Öyleyse şu soru kaçınılmaz olacaktır: Allah ﷻ’ın, kelâmını evrensel kılabilmek için Kur’an’ı hangi dille göndermesi lazımdı? Öztürk, bu hususta genel geçer kabul edilebilecek bir kıstastan söz edebilir mi? Yukarıda naklettiğimiz sebeplerden ötürü arap lisanıyla nazil olan bir kitabın bizatihi bu dili kullanmasının evrensellik iddiasında bulunmadığına delil getirilmesi nasıl bir mantıktır?
  2. Öztürk’ün yine bu konu bağlamında delil olarak öne sürdüğü “Kur’an’ın arapça inişi ile akletmeye davet ediyor olması ve bu iki hususun araplar için mantıklı olduğu” iddiasına gelince: Hemen belirtmemiz gerekir ki, Öztürk bu konu bağlamındaki ayeti de yanlış yorumlamaktadır. Zira ayet-i kerime doğal olarak ilk muhatapları olan insanlara, Kur’an’ın, onların diliyle inzal edildiğini bunun hikmetinin de onların akletmelerinin umulması olduğunu tembihlemektedir. Zira “Eğer biz onu, yabancı dilden bir Kur’an kılsaydık, diyeceklerdi ki: Ayetleri tafsilatlı şekilde açıklanmalı değil miydi? Arab’a yabancı dilden (kitap) olur mu?”[4] ayet-i kerimesi de bu noktaya vurgu yapmaktadır. Fakat buradan hareketle, Kur’an’ın arap olmayan insanları akletmeye davet etmediğini iddia etmek son derece tutarsızdır. Zira, bu iddia her şeyden önce Kur’an’ın akletme ile neyi kastettiğini anlamamaktan kaynaklanmaktadır. Kur’an-ı Kerim, muhataplarını sadece arap dili üzerinden anlattığı hususlarda akletmeye çağırmamaktadır. Bilakis yeryüzünde olup biten hadiseler ve mahlukatın yaratılışıyla ilgili tefekkür ve taakkule davet eden ayetler hayli fazladır. Bu durumun dille bir alakası olabilir mi? Yani, Kur’an arapça indiği için sadece arapları mı bu noktalarda düşünerek tevhidi yakalamaya davet etmektedir? Böyle bir şey düşünülebilir mi?
  3. Ayrıca Kur’an-ı Hakim, üzerinde nasıl akledilmesi gerektiğini şerh sadedinde şöyle de buyurmaktadır: “Şüphesiz ki bunda kalbi olan veya hazır bulunup kulak veren kimseler için bir öğüt vardır.”[5] Dikkat edilirse bu ayet-i celile akletme, öğütlenme ile “kalb” arasındaki bağa temas etmektedir. Buna göre, Kur’an’dan kalbi olan, manevi dünyası mamur kişiler öğütlenebileceklerdir. Öyleyse bu durumun lisandan çok kalple ilgili vardır. Kur’an’ın bahsettiği taakkul böyle bir şeydir. Aksi takdirde, meseleyi mahza dil üzerine kurarsak arap olması hasebiyle Kur’an’ın manasını anladığı halde ona iman etmeyen onca müşriklerin iman etmiş olması gerekirdi.
  4. Kur’an, insanları nasıl bir akletmeye –daha doğru bir tabirle- tesirlenmeye davet ettiğini şu ayet-i kerimede de çok enfes şekilde izah buyurmaktadır: “Allah sözün en güzelini, birbiriyle uyumlu ve bıkılmadan tekrar tekrar okunan bir kitap olarak indirdi. Rablerinden korkanların, bu Kitab’ın etkisinden tüyleri ürperir, derken hem bedenleri ve hem de gönülleri Allah’ın zikrine ısınıp yumuşar. İşte bu Kitap, Allah’ın, dilediğini kendisiyle doğru yola ilettiği hidayet rehberidir.”[6] Dikkat edilirse bu ayet-i kerimede Kur’an’dan öğüt alan kişilerin dilleri arapça olan kişiler değil “Rablerinden korkan/ haşyetullah duygusunu haiz olan” kişiler olduğu ifade edilmektedir. Mesele dilden ziyade gönülle ilgilidir. Nitekim, bu duyguyu haiz olanların Kur’an’ı duyduklarında etkisinden dolayı tüylerinin ürpereceği, hem bedenlerinin hem de kalplerinin Allah ﷻ’ın zikrine ısınıp yumuşayacağının ifade edilmesi de tamamen dikkatlerimizi bu noktaya çekmektedir. Şu halde, Kur’an’ın manasını lafzi olarak çok iyi anladığı halde vermek istediği mesajı anlamaktan aciz olan bir arap akletmemiş, Kur’an’ın manasını lafzî olarak anlamasa bile vermek istediği mesajı bir kısım vesilelerle anlamış olan bir mümin Kur’an-ı Kerim’e göre akletmiştir.
  5. Konuyu, bahsimize ışık tutan ayetler ışığında bu zeminde ele aldığımızda Öztürk’ün iddiasının ne denli basit bir şüpheden ibaret olduğu da ortaya çıkmış olacaktır. Ayrıca hemen şunu da ifade edelim ki, Öztürk, Kur’an’ın arapça indirilişi ile akletmeye davet ettiği ayeti zikrederek sanki Kur’an’ın indirilişinden ve akletmeden bahsedilen her ayette “dilin arapça oluşuna” vurgu olduğu imasında bulunmaktadır ki bu son derece yanlıştır. Nitekim Kur’an’da böyle ayetler olduğu gibi “(Resûlüm!) Sana bu mübarek Kitab’ı, âyetlerini düşünsünler ve aklı olanlar öğüt alsınlar diye indirdik”[7] gibi ayetler de vardır. Bu durumda “taakkul, tefekkür, tedebbür” gibi kavramların mücerret manada arap lisanıyla paralel kabul edilmesinin asla doğru olmadığının bir başka göstergesidir.
  6. Şayet Öztürk’ün ifade ettiği gibi, Kur’an’ın arap lisanıyla indirilmesi, mahza arapları akletmeye davet etmesi anlamına geliyor olsaydı o halde Cenab-ı Hak Kur’an’ı dilsel anlamda gayet iyi anladıkları halde düşünmeyenlerden bahsettiği Onlar Kur’an’ı düşünmüyorlar mı? Yoksa kalplerinin üzerinde kilitleri mi var?şeklindeki ayetinde bizzat arap olan muhatap kişilerin Kur’an’ı düşünmelerine mani olan “kalpler üzerindeki kılıflar” dan bahsetmezdi. Öyle ya, madem Kur’an’ı sadece araplar anlar ve akleder öyleyse kalpler üzerindeki kılıfların arap lisanına vakıf olan kişilerin önünde tefekküre mani olması nasıl izah edilebilir?
  7. Bu iddiayı doğru kabul ettiğimizde, Allah Resulü döneminde yaşayıp arap olduğu halde Kur’an’ın ahkam ayetleri gibi bir çok ayetlerini anlayamayan zatların da muhatap kabul edilmemesi gibi bir durum ortaya çıkacaktır. Halbuki ayette Kur’an’dan ve arapça oluşundan bahsedilerek akletme çağrısı yapılmaktaydı. Madem mesele mahza arapça olmakla ilgili bir meseledir o halde Arapçaya vakıf olan kişiler ayetin zahiri manasından hangi gerekçeyle hariç tutulabilecektir?
  8. Öztürk bütün bu iddialarını –bir kısmını yukarıda serdettiğimiz- Kur’an’ın evrensel olduğunu açıkça ortaya koyan ayetlerden sarf-ı nazar ederek sadece bir ayet meali üzerinden temellendirmeye çalışmaktadır. Oysa bu ilmî menhecten son derece uzak bir tutum olduğu gibi ahlâkî açıdan da asla insafla bağdaştırılamayacak bir davranıştır.
  9. Bütün bu izahlardan sonra Öztürk’ün “Kaldı ki ana dili Türkçe veya İngilizce olan insanlara, “Daha iyi anlamanız için bu Kur’an’ı Arapça olarak indirdik” demek abes olsa gerektir. Kısacası, Arapça nazil olan Kur’an dil düzeyinde de evrensel değil, yerel ve tarihseldir. Burada hemen belirtelim ki Kur’an’ın Arabiliği salt lisana ilişkin bir niteleme değil lisanı kendisinden bağımsız sayamayacağımız kültür ve zihniyeti de kapsayan bir nitelemedir. Çünkü daha önce de belirttiğimiz gibi her dil belli bir toplumu yansıtır. Diğer bir deyişle bir toplumun yaşam tarzı, gelenekleri, görenekleri, dünya görüşü, inançları, kültür ve sanata katkıları o toplumun diline yansır.”[8] şeklindeki ifadelerinin de ne kadar yersiz iddialardan ibaret olduğu anlaşılmaktadır.

[1] Öztürk, Kur’an ve Tefsir Kültürümüz, s. 15

[2] İbrahim, 4

[3] Bu noktada Arapçanın diğer dillere bir çok yönüyle beraber üstün olduğunu da unutmamalıyız. Fakat bu husus konumuzla direkt olarak taalluk etmediği için değinmeyeceğiz.

[4] Fussilet, 44

[5] Kaf, 37

[6] Zümer, 23

[7] Sâd, 29

[8] Öztürk, Kur’an ve Tefsir Kültürümüz, s. 15