Köklerimize elveda dediğimiz her bir gün yok oluşumuza merhaba dediğimiz anlardır aslında. Yaratılış gayesinden, kendisine mecbûri istikâmet olarak ta’yin edilen fıtrattan uzaklaşan insanoğlu yokluğa mahkûm olmuştur her zaman. Büyük sorumluluklar yüklenerek dünyaya gönderilen insan, peygamberler vasıtasıyla her dem uyarılmış, doğru yola irşâd edilmiştir.

Ne yazık ki, şuur damarları tıkanmış, var oluş bilinci prangalanmış olan yaşayan ölüler bu hakikatlere sağır kalmış ve ölüyken yaşamışlardır. Dün kâinatı büsbütün kuşatan gaflet furyaları tufan olarak tezahür etmiş bugün ise buhran olarak. Ne fark eder ki?

Batı’nın tüm dünyaya aşıladığı materyalist düşünce, hassasiyet duygularımızı örselemiş ve olmazsa olmazlarımız adına ne varsa hepsini târumâr etmiştir. Bu hastalığımızın aynen tezahürü olan bir manzarayı seyredeceksiniz yakında. Yaşama gayesine dair hiçbir zaman “neden ve niçin” sorularını düşünme ihtiyacı hissetmemiş madde sarhoşu, mana mahrumu âşufteleri göreceksiniz. Her birerleri meydanlara inecek, kimileri taksimde ellerinde içki şişeleriyle yeni yıl hazırlığı telâşesindeyken kimileri de Paskalya töreninde yumurta boyama heyecanına denk bir heves ile kendince yılbaşına hazırlık yapacak.

Filistin’de, Arakan’da, Doğu Türkistan’da sıkılan kurşunların etkisiyle atılan ölüm çığlıklarına, ölümünü bekleyen zavallı bir kurbanlık edâsıyla gaflet ve hıyanet çığlıkları atacaklar. Cellatlarına teşekkür edecekler âdeta. Aslında bunlar kerrelerce îkaz edilmelerine rağmen, şuursuzca devam ettikleri şu toplu isyan hareketiyle şöyle haykırmış olacaklar sanki Allah Azze ve Celle’ ye: “Ey Allah’ım! Eğer şu senin katından inmiş hak kitap ise hemen üzerimize gökten taş yağdır veya bize elem dolu bir azap getir” (Enfâl 32). Arz ettikleri şu içler acısı manzarayla, küresel küfür vampirlerini sevindirdikleri kadar aidiyet iddiasında bulundukları Hz. Peygamber e’i üzecekler.

Tüm bunlar olurken bir de Dünya’nın öteki yüzüne bir göz atalım. Hani şu bir kısmımızın pek yüzleşmek istemediği, sürekli ötelediği garâbet manzaralarından bahsediyorum. Seviyesizce ve sınırsızca eğlenmeyi meziyet sayan serkeşlerin tükettiği o dakikalarda yine her dört sâniyede binlerce çocuk açlıktan hayatını kaybedecek.

Yine her altı saniyede bir, tasallut altında bulunan onca Müslümanın beldeleri, mahalleleri, sokakları târumar edilecek. Dünyevî hazların aşıladığı tutkuyla naraları Siccîn’e ulaşan Taksim süslümanlarına, an be an yaşadıkları vahametler sebebiyle çığlıkları Arşu’r-Rahmân’a ulaşan Arakan Müslümanları mukabelede bulunacaklar. Taksim’de farklı renklerdeki çelenklerin, türlü havâî fişeklerin bezedikleri cadde ve sokaklara, suçu (!) sadece “Rabbim Allahtır” demek olan masum Müslümanların kanlarıyla ala boyanmış Gazze sokakları karşılık verecekler. Yani, Merhum Üstad Necip Fazıl’ın ifâdesiyle “Beyoğlu tepinirken ağlayacak Karacaahmet”…

O gece Rahman’ın mizanı kurulacak sanki. Ve hesap için bu mizana, eve gelen babasının boynuna sarılarak kendisine yılbaşı için alınan hediyeleri görünce sevinç gözyaşlarına hâkim olamayan “Berk’ler, Kaanlar ve Tolga” larla, çok ufak yaştayken babasının mavzerli soğuk bedenini hayal meyal hatırlayan, kurşun seslerinin yüzünden bir kez bile gök gürültüsünü duyamamış gözü yaşlı Çeçenyalı Hasanlar ve Hüseyinler beraber gelecekler. Mizanın bir kefesine Yılbaşı sarhoşlarının işledikleri cürümler konulacak, öbür kefesine de Çeçen cihadında ellerini, ayaklarını ve sair organlarını Allah Resûlü e’ne hediye eden Cevher Dudayev gibilerinin vücutlarından ayrılan gözleri, kulakları, kolları, ve sair uzuvları…

Esmâ da gelecek bu mizana. Hani şu Adeviyye meydanında sancağı burca dikmek, Sa’d b. Rebî’in Uhud’daki  vasiyetini yerine getirebilmek için kıyâm-ı İslâmî yaparken göğsüne isabet eden kör kurşunlarla Rahmet-i Rahman’a kavuşan genç kız. Sahte ilericilik teraneleriyle şurasını burasını ecnebilere teşhir etmeyi medeniyet sayan emsâline, ahlak yoksunu meşum mekânlarda gününü gün etmekle meşgul olan yeni yıl kızlarına, İslam uğrunda döktüğü mübarek kanının hesabı sorulacak.

Yüksek faizlerle elde ettiği servetinin yıllık bilançosunu hesap ederken yeni yılla ilgili senelere sığmayacak hesaplar yapan konjonktür Müslümanı hesaba çekilecek. Mizanın bir kefesine baskıcı küfür rejiminin özür dilemeye zorladığı ve buna karşılık kendisinden “Allah’tan başkasına boyun eğmedim ve eğmeyeceğim. Şehit olmak istiyorum ” cevabını aldığı ve darağacında hunharca şehit ettiği Abdülkadir Molla’nın âhları konulacak diğer yanına ise İmanını temenni derekesinden hakikat derecesine çıkaramamış Konjonktür Müslümanının yılbaşındaki sevinç kahkahaları…

Terazinin bir kefesinde üzerindeki binlerce şatafatıyla gözlerdeki albeniliğine ziyadeler katan Noel pastaları olacak diğer kefesinde ise yoksulluğundan dolayı ekmek bulmaya muktedir olamayan Afrika’daki çadır Müslümanının yegâne yiyeceği ağaç yaprakları… Bir kefede, işlediği ameliyenin netice itibarıyla nereye vardığını bir türlü kestiremeyen marka Müslümanının lıkır lıkır diklediği Coca Cola’nın litreleri, diğer kefesinde ise içtiği kolanın Filistinde’ki dönüşümü Şehit Ahmet Yasin’in gözyaşları…

Bütün bu cinnet manzaraları karşısında akıllı bir müminin iz’anını ve muhâkemesini kaybetmemesi ve ellerini açarak Musâ (aleyhisselâm)’ın yakarışıyla “İçimizdeki beyinsizler yüzünden bizi helak mi edeceksin Allah’ım?” diye tazarruda bulunmasından başka bir şey gelmiyor.

Hala uyanamayan, uyanmamakta ısrar eden hakikat körü ümmet-i merhûmeye yine de fırsat ver Allah’ım. Kalplerimizi hidayet pınarlarıyla sula. İçimizde sana lâyıkıyla kul olmaya gayret edenler hürmetine, geceleri ümmetin hâl-i pürmelâli için seller gibi gözyaşları döken mü’min ve mü’minât hürmetine, o küçük yaşında hafızasına nakşettiği Kur’anınla kâinatın yerdeki yıldızları mesabesindeki bilcümle sıbyân hürmetine sonumuzu hayreyle.

Bizleri, tahammülünün tükenmeye yüz tutacağı olaylarda bile mübarek dudaklarından “Allah’ım kavmimi hidayet eyle, zira onlar bilmiyorlar” sözlerinden başkası duyulmayan Habîb-i kibriyâna bağışla…

Âmîn, Yâ Mücibe’s-Sâilîn…