Kur’an’ın tarihsel olduğu tezini muhtelif  şüphelerle desteklemeye çalışan Öztürk, Kur’an’da bulunan ahkam ayetlerinin de tarihsel olduğunu savunmakta ve buna dair birkaç misal zikretmektedir. Meselelerin usûlî boyutuna dair herhangi bir malumat sahibi olmayan kişilere ilk bakışta mantıklı gibi gelen bu gerekçeler esasen tam anlamıyla bir “halt etme” işlevinden ibarettir. Öztürk, bu gibi konularda kendi görüşünü teyit amacıyla ulemanın da görüşlerini zikretmekte ve okuyucuya ismi geçen alimlerin de kendi görüşünde oldukları intibaını vermektedir. Oysa bu hem samimiyetsizlik hem de ulemaya karşı kasıtlı bir iftira cürmüdür. Ne demek istediğimizi daha da anlaşılabilir kılma adına Öztürk’ün ahkâm ayetlerinin tarihsel olduklarını ispat sadedinde zikrettiği birkaç misal ve bu misal üzerinde söylediklerine bir göz atalım:

ÜÇ KERE İZİN İSTEME MESELESİ

Öztürk’ün ilgili ayetle ilgili iddiası aynen şöyledir:

Mesela, “Ey müminler! Köleler ve cariyeleriniz ile henüz ergenlik çağına erişmemiş çocuklarınız odanıza girmek için şu üç vakitte sizden izin istesinler: Sabah namazından önce, öğle sıcağından solayı soyunup dinlenmeye çekildiğini zaman ve bir de yatsı namazından sonra. İşte bu üç vakit, örtülmesi gereken yerlerinizin açık halde bulunabileceği vakitlerdir. Diğer vakitlerde birbirinizin yanına girip çıkmanızda sizin için de onlar için de bir sakınca yoktur. İşte Allah mesajları(nı) size böyle açıklıyor. Çünkü Allah (sizin için neyin iyi neyin kötü olduğunu) çok iyi bilendir; her neylerse güzel eyleyendir.” mealindeki 24/Nur 58. ayetin tefsiriyle ilgili rivayette belirtildiğine göre Iraklı bir grup Müslüman İbn Abbas’a gelerek, “Ey İbn Abbas! Üç vakitte evlere izin isteyerek girmemizi emreden bu ayetteki hükümle ilgili görüşün nedir? Zira (günümüzde) bu ayetteki hükümle hiç kimse amel etmiyor?” diye sorar. İbn Abbas ise şu mealde bir cevap verir: Vakti zamanında insanların (müminlerin) evlerinde dışarıdan gelenlerin içeri girmelerini engelleyecek kapı, bölme gibi şeyler yoktu. Dolayısıyla bir kimse karısıyla birlikte yatıyorken kölesinin veya çocuğunun ansızın içeri girdiği oluyordu. Bu yüzden Allah bu üç avret vakitte onlara izin isteyerek evlere girmeyi emretti. Daha sonra Allah onlara kapılı, bölmeli ev sahibi olma imkânı lütfetti. (Günümüzde) bu hükümle amel eden birine ben de rastlamadım. Görüldüğü gibi, İbn Abbas bazı hükümlerin değişen şartlar muvacehesinde işlevsiz kalabileceğini rahatlıkla söyleyebilmiştir. Nitekim İbnü’l-Arabî de İbn Abbas’ın “Bu ayetteki hüküm işlevsizdir” dediğini nakletmiştir. Hâl böyle iken günümüzde, Kur’an’daki her hükmün olgusal bağlamı dışında mutlaka bir anlam taşıması gerektiğine ilişkin yaygın ve yerleşik bir fikri sabit oluşmuş ve tüm yorumlar bu fikir ekseninde oluşturulmuştur.”[1]

Görüldüğü gibi Öztürk bu ifadeleriyle Nur süresinin 58. Ayet-i kerimesinde yer alan hükmün tarihsel olduğunu iddia etmekte ve bu görüşüne de İbn Abbas (radıyallahu anh)’ın sözüyle delil getirmektedir. Oysa Öztürk’ün bu şüphesi de tamamen konuyu anlayamamış olmaktan neşet etmektedir. Zira bu mevzu tamamen usûlî çerçevede ele alınması gereken bir mevzudur. Şöyle ki, Kavâid-i fıkhiyye kitaplarımızda şöyle bir kaide mevcuttur:  “  الحكم يَدُور مَعَ علته وجودا وعدما/ Hüküm var olmak ve yok olmak bakımından illetiyle deveran eder.”[2] Buna göre, bir hüküm herhangi bir illet üzerine mebni olduğunda o illetin var olmasıyla var olur, yok olmasıyla yok olur. Yani illet varsa hüküm de var, illet yoksa hükümde yok demektir. Bu noktada hükmün ortadan kalkmasının tarihsel veya yerel olmasıyla bir ilgisi yoktur. Bilakis mesele tamamen hükmün mesnedi olan illetin yok olmasıyla ilgilidir.  Binaen aleyh, Kur’an veya Sünnet, bir illet üzerine mebni olan bir hüküm vaz ettiklerinde o illetin kalkmasıyla hükmün devam etmesini talep etmezler. Zaten hükmü böyle bir illet üzerine mebni kılmalarının anlamı da budur.

Meselemize bu perspektiften baktığımızda bahsinde olduğumuz ayetin de vaz ettiği hükmün böyle olduğunu görmüş olacağız. Zira, insanlar evlerde dışarıdan girecek kişilerin girmesine bir engel bulunmadığı dönemlerde Kur’an’ı hakim, mahremiyeti korumak ve insanların istenmedik hal üzere yakalanmamaları için günün istirahat vakitlerinde izin istenmesi uygulamasını vaz etmiştir. Fakat daha sonraları insanlar evlerini daha korunaklı hale getirince hükmün illeti yok olmuş ve bu uygulama da ortadan kalkmıştır.[3] Bu durum ayetin tarihsel veya yerel olmasıyla değil mebni olduğu illetin zail olmasıyla ilgili bir durumdur. Bunun bâriz delili şudur: Aynı illet geriye gelse ve insanlar ayetin geldiği zamanda mevcut olan evlerde yaşamaya başlasalar hüküm aynıyla geriye döner. Zira kaidemiz de bunu anlatmaktaydı: Hüküm var veya yok olma açısından illetiyle deveran eder.

Durum bundan ibaretken ve mesele tamamen usûlî bir zeminde ele alınması gerekiyorken Öztürk buradan tarihselcilik tezine –tabir yerindeyse- ekmek çıkartmaya çalışmaktadır. Bunu yaparken de İbn Abbas t’ın mezkur tefsirinden destek almaya çalışmayı da ihmal etmemektedir. Oysa İbn Abbas (radıyallahu anh)  قد ذهب حكمها  “Bu ayetin hükmü gitmiştir” demekle de[4] bahsini yaptığımız usuli tahlili kastetmektedir. Zira ayetin nazil oluş sebeplerine baktığımızda tefsirlerde şu durumlar karşımıza çıkmaktadır:

  1. İbn Abbas (radıyallahu anh) bu ayetle ilgili olarak özetle şöyle demiştir: İnsanların evlerinin kapılarında bir takım örtüler vardı ve kapı vb. engeller yoktu. Bu durumda kişinin evinde yaşayan hizmetçisi, oğlu veya yetimi aniden kendisini ailesiyle birlikte olduğu anda basabiliyordu. Daha sonra Allah ﷻ insanların rızkını genişletince evlerine kapı vs. yaptılar. Böylece insanlar âyette bahsedilen izin isteme uygulamasına ihtiyaçlarının kalmadığını görmüş oldular.
  2. İnsanlar ayette bahsedilen saatlerde hanımlarıyla birlikte olup gusül alarak namaza gidiyorlardı. Allah ﷻ onların kölelerine ve gılmanlarına bu saatlerde izin almalarını emretmiştir.[5]
  3. Ensardan bir adam ve hanımı Esma bintu Mürşide Hz. Peygamber ﷺ’e yemek yapmışlardı. İnsanlar izinsiz şekilde onların yanına girince Esma Efendimiz ﷺ’e: “Ya Resulellah! Bu ne çirkin şey. Kişi hanımıyla tek bir elbise altında beraberken çocukları/hizmetçileri yanlarına girebiliyor” dedi. Bunun üzerine ilgili ayet-i kerime nazil oldu.[6]

Görüldüğü gibi ayet-i kerime bu gibi durumlar üzerine “insanların özel hallerinde basılmaması” illeti üzerine mebni olan “günün üç mahrem vaktinde izin istenmesi” hükmünü vaz etmiştir. Ayetin burada hususen vurguladığı nokta hükümden ziyade illettir. Bu sebeple ayetin nazil olduğu zamanda illetin meydana gelmesi bahsi geçen hükümle meydana gelebiliyordu. Sonraları bu illet şartların değişmesiyle ortadan kalkınca hükmün uygulamadan kalkması da söz konusu olabilmiştir. Ayet de zaten mezkur hükmü böyle bir illet üzerine bina etmekle bu durumu zımnen tasvip etmiştir.

Bu meselenin her ayetin, zamanların ve şartların değişmesiyle değişebileceği şeklinde anlaşılması da hata olacaktır. Zira şayet herhangi bir hüküm dinde katiyetle sabit olan, ve değişmesi mümkün olmayan bir illet üzerine mebni ise bu illet hiçbir zaman ortadan kalkmayacağı için ayetin ispat ettiği hükmün de yürürlükten kalkması mümkün değildir. Fakat bahsinde olduğumuz ayette olduğu gibi, ayetle vaz edilen hüküm değişken bir illet üzerine mebni ise bu hüküm ilgili illetin var olmasıyla var olur ve yok olmasıyla da yürürlükten kalkabilir. Bu durumun ne maslahatçılıkla ne de tarihselcilikle bir ilgisi yoktur.

Şu noktanın tavzih edilmeden geçilmesini de doğru bulmuyoruz: Bu ayeti bahsini yaptığımız illet üzerine mebni görerek mezkur illetin yok olması sebebiyle hükmünün de uygulamadan kalktığını savunanlar olduğu gibi ayetin halen hükmen baki olduğunu savunanlar da vardır. İmam et-Taberî gibilerinin naklettiğine göre eş-Şa‘bî ve Said b. Cübeyr gibi zatlar bunlardandır.[7] İşin ilginç olan tarafı Öztürk’ün ismi üzerinden tezine referans kılmaya çalıştığı İbn Abbas (radıyallahu anh) da bu ayetin mensuh olmadığı bilakis insanların bu ayetle amel etmeyi terk ettikleri görüşündedir.[8] Diğer görüşte olduğu nakledilse bile İbn Abbas (radıyallahu anh)’ın bu ayetle amel edilmesinin kalktığı görüşündeki kastı asla Öztürk’ün anladığı manada değildir. Nitekim hangi manada olduğunu yukarıda beyan ettik. Bu sebeple İmam el-Kurtubî el-Mehdevî yoluyla İbn Abbas (radıyallahu anh)’ın “وَلَوْ عَادَ الْحَالُ لَعَادَ الْوُجُوبُ / şayet o hal geriye gelse ayetin ispat ettiği vücub da geriye gelir” dediğini nakletmektedir.[9]

Ayrıca ulema zaten ayette emredilerek bahsedilen uygulamanın vücub için mi yoksa nedb için mi olduğu noktasında da ihtilaf etmişlerdir.[10] Cumhura göre ilgili emir mendubluğa hamledilmelidir.[11] Ayetle amel edilmesinin kalkabileceğini söyleyenler zaten ayetteki emrin nedb için olduğu görüşündedirler. Hal buyken, Öztürk ayette bahsedilen uygulamayı sanki dinin kat’î ve inkârı küfrü gerektiren hükümlerindenmiş gibi göstermekle de büyük bir manipülasyona imza atmaktadır. Son olarak Öztürk’ün yanılgısına ve karıştırmalarına temel teşkil ettiğini düşündüğümüz şu iki noktayı tespit etmemiz gerektiği düşüncesindeyiz:

  1. İnsanların herhangi bir ayetle, ayette geçen emri nedb için saydıklarından veya ayetteki hükmün illeti olarak gördükleri şeyin zail olduğunu böylelikle hükmün de ortadan kalktığını savunarak amel etmeyi terk etmeleri ayetin mensuh olduğu, hükmünün külliyyen kalktığı, hele hele tarihsel ve yerel olduğu anlamına gelmez. İki mesele tamamen farklı konulardır.
  2. Bir de şu nokta var: İnsanlar şartların elverişli olmaması sebebiyle tamamen kendi kusurlarından naşi nedenlerle bir kısım ayetlerle amel edemiyor olabilirler. Bu durum o ayetlerin hükmünün ortadan kalktığına delil olamaz.

Durum bundan ibaretken Öztürk’ün tarihsellik görüşüne misal olarak zikrettiği ayetlerin hemen tamamında bu hususları fazlasıyla birbirine karıştırdığı görülmektedir.


[1] Öztürk, Kur’an ve Tefsir Kültürümüz, s, 30-31

[2] İlgili kaide için bkz. Ahmed Muhammed ez-Zerkâ, Şerhu’l-Kavâidi’l-Fıkhiyye, Daru’l-Kalem, Dımeşk, Suriye, 1409, Baskı: II, s. 483; Ebu Muhammed Salih b. Muhammed el-Kahtânî, el-Fevâidu’l-Behiyye alâ Manzûmeti’l-Kavâidi’l-fıkhiyye, Daru’s-Samî‘î, Suud, 1420, Baskı: I, s. 112; Şemsu’l-Eimme es-Serahsi, Muhammed b. Ahmed, Usûlü’s-Serahsî, Daru’l-Ma‘rife, Beyrut-Lübnan, II/182

[3] Ebu’l-Leys es-Semerkandî, Bahru’l-Ulûm, II/523

[4] Ebubekir İbn Arabi, Ahkâmu’l-Kur’ân, III/414

[5] İbn Ebî Hâtim er-Râzî, Tefsîru’l-Kur’âni’l-Azîm, VIII/2633

[6] İbn Kesir, Tefsîru’l-Kur’âni’l-Azîm, VI/ 82

[7] İbn Cerir et-Taberî, Cami‘u’l-Beyân, XIX/213

[8]İbn Cerir et-Taberî, Cami‘u’l-Beyân, XIX/212; İbn Ebî Hatim er-Râzî, Tefsîru’l-Kur’âni’l-Azîm, VIII/2632, İbn Kesir, Tefsîru’l-Kur’âni’l-Azîm, VI/82; İbn Atıyye, el-Muharreru’l-Vecîz, IV/193

[9] el-Kurtubî, Ebu Abdillah Muhammed b. Ahmed, el-Câmi‘ li Ahkâmi’l-Kur’ân, Daru’l-Kütubi’l-Mısriyye, Kahire, 1384, Baskı: II, XII/302

[10] İbn Âdil ed-Dımeşkî, el-Lübâb fî Ulûmi’l-Kitâb, XIV/447

[11] Ebû Hayyân el-Endelûsî, el-Bahru’l-Muhît, VIII/68