Kur’an-ı Kerim’deki bazı ayetlerde mazi yerine muzari, muzari yerine mazi kullanıldığı bir gerçektir. Bu durum da aynı şekilde Kur’an’ın edebî üslubuyla alakalı bir mevzudur. Belağat ilmindeki teknik ifadeyle “kelamın muktezâ-i zâhirin hilafına getirilmesi” hususu edebî bir uslûb ve sanattır. Buna göre kimi zaman normalde cümle-i ismiyye getirilmesi gereken yerde muzari sıygasıyla cümle-i fi‘liyye getirilerek meram ifade edilir. Bunun hikmeti de muzarinin “istimrâr/süreklilik” ifade etmesidir. Örneğin, Cenab-ı Hak istihza edenlerin bu fiiline ceza verişini ifade buyurduğu ayet-i kerimede الله مستهزئ buyurmamış bilakis اَللهُ يَسْتَهْزِئُ buyurmuştur. Bunun nedeni âyette bahsedilen istihzanın süreklilik ifade ettiğini vurgulayabilmektir. Arap diline iyi vakıf olan beliğ şahsiyetler nazarında bu gibi ifadeler kelamın edebî üstünlüğünü gösterirken bilgisizliğinden dolayı edebî zevkten mahrum olanlar nazarında hata olarak bile telakki edilebilmektedir. Öztürk’ün bu noktayla müteallik iddialarında düştüğü durum tam da bundan ibarettir.

Bu duruma bir diğer örnek olarak وَلَوْ تَرَى إِذْ وُقِفُوا عَلَى النَّارِ فَقَالُوا يَالَيْتَنَا نُرَدُّ وَلَا نُكَذِّبَ بِآيَاتِ رَبِّنَا وَنَكُونَ مِنَ الْمُؤْمِنِينَOnların ateşin karşısında durdurulup “Ah, keşke dünyaya geri gönderilsek de bir daha Rabbimizin âyetlerini yalanlamasak ve inananlardan olsak!” dediklerini bir görsen !.. [1]  âyet-i celilesini örnek gösterebiliriz. Zira bu âyet-i celilede de bir takım nüktelerden dolayı muktezâ-i zâhirin hilafına çıkılmıştır.  Şöyle ki, ayeti kerimede yer alan لو edatı ile إذ edatının mazi sıygasıyla kullanıldıklarını biliyoruz. Ne var ki bu ayet-i kerimede ilgili edatlar muzarinin başına getirilmiş ve لو رأيت denmemiştir. Burada haber vermesinde hiçbir şekilde hilaf düşünülemeyen Cenab-ı Hakk’ın istikbale dair söylediği sözün ve verdiği haberin mazi kesinliğinde olduğuna işaret vardır. Yani bu kavl-i şerif tahakkuku bakımından tahkiki açısından müstakbel, tevili açısından da mazidir.[2] Yani bu üslüp kullanılarak sanki şöyle denmiştir: İleride meydana gelecek olan bu iş haber vermesinde hilaf düşünülemeyen Allah ﷻ’ın sözü olduğu için mazi gibi olmuş bitmiştir.

Bazen muzari kullanılacak yerde de mazi sıygası kullanılır. Bu durum da muzari ile ileride olacağı haber verilen işin mazi ile ifade edilmesinin kesinkes vuku bulacağına işaret etme maksatlı olduğunu bize gösterir. Örneğin, وَنُفِخَ فِي الصُّورِ ayet-i kerimesinde kıyametin kopma esnasında sura üfürüleceğinden mazi sıygasıyla bahsedilmektedir. Bu, mezkur hadisenin, haddi zatında müstakbel bir olay olsa da mazide olmuş gibi kesin bir olay olduğuna işaret etmek içindir.[3]

Öztürk’ün bahsettiği mazi yerinde muzari kullanılması meselesine gelince bu da tıpkı tersi gibi farklı bir edebî vurgu yapmak amacına matuf bir sanattır. Bu sanat dinleyen kişilerin pek görüp müşahede etmedikleri acayip bir vakıayı anlatırken sanki şu an oluyormuş gibi onlara anlatabilmek maksadına mebnidir. Nitekim muzaride şimdiki hale delalet manası bulunduğundan mazi yerine bu makamlarda muzari kullanılması zikrettiğimiz manayı tahsil edecektir. Örneğin, وَاللهُ الَّذِي أَرْسَلَ الرَّيَاحَ فَتُثِيرُ سَحَاباَ فَسُقْنَهُ إِلَى بَلَدٍ مَّيِّتٍ فَأَحْيَيْنَا بِهِ اْلأَرْضَ بَعْدَ مَوْتِهَا كَذَلِكَ الْنُّشُورُ  Rüzgârları gönderip de bulutu harekete geçiren Allah’tır. Biz onu ölü bir bölgeye göndeririz de ölümünden sonra toprağa onunla hayat veririz. Ölülerin yeniden dirilmesi de böyle olacaktır.[4] Ayet-i kerimesinde أرسل ifadesinden sonra تثير ifadesinin kullanılması ayette anlatılan ve Allah ﷻ’ın akıllara durgunluk veren kudretini canlandıran hadiseyi el an yaşanıyormuş gibi kılabilmek içindir.[5]

Hemen belirtelim ki bizim burada satırlara dökmeye çalıştığımız bu edebî üsluplar aslında kaideler üzerinden anlaşılabilecek şeyler değildir. Zira edebiyat zaten baştan aşağıya yaşanılan bir halden ibarettir. Bu yüzden biz arap dilinde mevcut olan bu edebî incelikleri anlatırken “zevk” ifadesini kullanmaktayız. Yani bunlar tıpkı bir yemeğin lezzeti gibi tadarak anlaşılabilir. Bu da ancak kişinin arap diline vukufiyeti ile mümkün olur. Aksi takdirde bu işi söz üzerinde bırakırsak ilgili sanatlar sanki bir cümlelik bir nükteden dolayı icra ediliyormuş gibi bir netice ortaya çıkar. Bu da koca bir deryayı bir bardağa sığdırmaya çalışmak kadar abes bir iş olur. Mekke müşrikleri edebiyatın zirvesinde şahıslar oldukları için Kur’an’ın bu acayip edebî vurgularını zevken anlayabiliyor ve taaccüplerini gizleyemiyorlardı. Ne var ki, Öztürk gibi arap dilinden son derece uzak şahıslar kendi cehaletlerinden neşet eden kusuru Kur’an gibi beşerin bir mislini getirmekten aciz olduğu ilâhî bir nazma nispet etmektedirler. Öyle bir cehalet ki bu, Mekke müşrikleri ve Kur’an düşmanı oryantalistlerin dahi Allah kelamına bu noktadan ta‘nda bulunmaya yeltenmedikleri türden.


[1] En‘âm, 27

[2] et-Teftâzânî, Muhtasaru’l-Me‘ânî, s.89

[3] et-Teftâzânî, Muhtasaru’l-Me‘ânî, s. 74

[4] Fatır, 9

[5] et-Teftâzânî, Muhtasaru’l-Me‘ânî, s. 90