Tarihsellik konusu sadedinde mutlaka değinilmesi gereken bir nokta olarak gördüğümüz diğer bir hususta yine onların iddiası olan Kur’an’da lahn/hata bulunduğu iddiasıdır. Öztürk bu noktadaki şüphelerini şöyle dile getirmektedir: “Sırası gelmişken şunu da belirtelim ki dil, üslup ve ifade düzeyindeki mükemmelliğe atfen Kur’an’ın Arapça değil “Rabça” olduğuna ilişkin popüler söylem de gerçeğe tekabül etmemektedir. Çünkü Kur’an’da son derece beliğ ifadeler mevcut olduğu gibi lahn tartışmasına konu olan sorunlu ifadeler de mevcuttur. Diğer bir deyişle, Kur’an’da îcâz olduğu kadar ıtnâb, itâle ve tatvîl de vardır. Azımsanamayacak ölçüde tekrarlar vardır. Keza ayetlerin son hecelerinde ses uyumu(seci/nesir kafiyesi) sağlamak içini geçmiş zaman kalıbı yerine şimdiki zaman kalıbı kullanmak, tekil yerine çoğul, dişil yerine eril zamirler kullanmak, bazı özel isimlerin özgün şeklini değiştirmek, kelimelerin sonuna harf eklemek, harf düşürmek ve hatta “üzerine çıktıkları/çıkacakları merdivenler” şeklinde tercüme edilen ve-meârice aleyhâ yezharûn (43/Zuhruf 33) ibaresinde olduğu gibi manaya katkısı bulunmadığı halde âyet sonuna aleyhâ yezharûn (üzerine çıktıkları/çıkacakları) şeklinde bir ibare eklemek gibi hususiyetler de mevcuttur.”

Öztürk’ün bu ifadelerinden Kur’an’ın aslında müminlerin iman ettiği gibi ilâhî bir metin olmadığı sonucu da çıkmaktadır. Fakat biz şimdilik meselenin bu noktasıyla ilgilenmeyeceğiz. Öztürk’e göre Kur’an’da itnab, itale ve tatvil vardır. Ve azımsanamayacak ölçüde de tekrarlar mevcuttur. Seci sanatının da yer aldığı Kur’an’ın kimi ayetlerinde geçmiş zaman kipi yerine şimdiki zaman, tekil yerine çoğul, dişil yerine eril sıygaları da kullanıldığı olmaktadır. Bütün bunlar Kur’an’da lahn bulunduğu tartışmalarına yol açan sorunlu ifadelerdir. Öztürk’ün iddiası özetle bu ifadelerden ibarettir. Şimdi, meseleyi kısa şekilde tafsil edip gerçek veçhesini ortaya koymaya gayret edelim. Edelim ki, sorunlu olanın Kur’an metni mi yoksa Öztürk gibilerinin cahilliği mi olduğu ortaya çıkmış olsun.

KUR’AN’DAKİ İTNÂB BİR KUSUR MU?

Öztürk’ün “Kur’an’da itnab var” türü bir ifadeyle sanki “itnab”ı arap dilinde yer alan cümlelerdeki bir kusurmuş gibi göstermeye çalışması bir şeyi ortaya koymaktadır: o da arap edebiyatı bilgisinden zerre nasibinin olmadığını. Zira belağat ilmini sathî bir şekilde okumuş olanlar dahi “itnab”ın arap edebiyatında cümlelerdeki bir kusur değil üsluba güzellik katan bir sanat olduğunu bilirler. Nitekim belağatçılar bu bağlamda itnabı “Mütearef olan şekilden daha fazla ibarelerle maksud olan manayı ifade etmek” olarak tarif etmektedirler.[1] Başka bir deyimle itnâb, faideli ziyade ile kelamı uzatmaktır.[2] Dil üstadı ez-Zemahşerî’nin de ifade ettiği üzere beliğ olan birine icmal makamında îcaz üzere konuşması gerekli olduğu gibi tafsil ve doyuruculuk makamında da itnab yapması gereklidir.[3]

İtnab sanatı ile arap edebiyatı arasında son derece kavi bir münasebet bulunmaktadır. Aralarındaki bu sağlam irtibattan dolayı kimi edebiyatçılar belağatın “îcâz ve itnab” tan ibaret olduğunu dahi söylemişlerdir.[4]

Kur’an Kerim de arap lisanıyla nazil olmuş bir mu‘ciz metin olduğuna göre kendisinde itnabın yer alması kadar doğal ne olabilir ki? Zira arapların muhteşem bir sanat olarak kullandıkları itnabın Kur’an’da yer alması onun i‘cazını takviye den bir sanat olduğu açıktır. Hem böyle olmasaydı, Kur’an’a inatlarından dolayı inanmayan fakat belağat seviyeleri ve arap diline vukufiyetleri son derece müthiş olan zamane müşrikleri bu kadar bariz bir kusuru kaçırırlar mıydı? Halbuki biz kimi ayetlerinde bulunan “itnab” tan dolayı Kur’an’a ta’nda bulunan muanid oryantalistler ile Öztürk gibi dil cahilleri dışında başka bir zümre bilmiyoruz. Zira bu zümreler dışında müşrikler bile “itnab”ın arap dilinde medhe şâyan bir sanat olduğunu bilmekteydiler.

Nitekim, Kur’an’da makamın iktizasına göre yer alan itnab, tafsil, icbâl gibi sanatların her birerleri üslubun letafetini artıran ayrı renkler mesabesindedirler.[5] Ve Kitab-ı mübinde yer alan itnabların hemen tamamı bir çok hikmeti de haizdirler. Bu hikmetlerden sadece birini zikretmek gerekirse, Medine ehli fesahat ve belağatlarının yüksek oluşu bakımından Mekke ehli gibi olmadığından dolayı Medine’de nazil olan ayetlerde itnabın ilk muhataplar tarafından daha iyi kavranabilmesi hikmetine mebni olduğu da ifade edilmektedir.[6] Ayrıca, itnab bulunan ayetlerde manayı anlatmak hususunda gereksiz bir fazlalığa yer verilmediği için ilgili ziyadeler dahi îcazdan sayılmıştır.[7]

Kur’an-ı Kerim’de yer alan itnabların hikmeterini ayet ayet gösterme imkânına sahip olmadığımız için burada bir tek örnek üzerinde durmamız diğerlerine de örnek olması bakımından yeterli olacaktır diye ümit ediyoruz. Kur’an’da bulunan itnab sanatına misal olarak zikredilen bir ayet-i kerime de şudur: “O gecede melekler ve Ruh, Rabbilerinin izni ile her bir emirden iniverir.”[8] Bu ayet-i kerimede “Ruh” ismiyle bahsedilen zât Cebrâil (aleyhisselâm)dir. Ayetin başında meleklerin indiği belirtilmesine rağmen âm olan/genel  lafızdan sonra Cebrail aleyhisselam’ın hâs/özel olarak zikredilmesi bir itnabtır. Zira Cebrâil (aleyhisselâm) zaten melek olduğu için o genel ifadenin şumûlü/kapsamı içerisinde mevcuttu. Fakat ayette zikru’l-hâs ba‘de’l-âm/ genelden sonra özelin zikredilmesi şeklindeki itnab sanatı Cebrail (aleyhisselâm)’in melek içerisinde özel bir makamının olduğunu ve onlara nispetle mertebesinin yüceliğini vurgulamak içindir.[9]

İtnabın manası bu iken ve ayetlerde mevcut olan itnabların bir çok hikmeti var iken Öztürk’ün bunu bir kusur gibi göstermeye çalışarak Kur’an’ın i‘cazını zedeleyen bir unsur gibi yansıtması katıksız bir dil cahilliği yahut kasıtlı bir Kur’an karşıtlığından başka hiçbir şeyle izah edilemez. Şunu da söylemeden geçmeyelim: Öztürk’ün Kur’an’da itnabın var olmasını bir kusur gibi göstermesi kadar –belki daha şedid- vahim bir cinayeti daha var iddiasında. Zira o Kur’an’da itâle ve tatvilin de var olduğunu iddia etmektedir. Oysa Kur’an’da asla itâle ve tatvil yoktur. Belli ki Öztürk itnabın manasını bilmediği gibi bunların da ne anlama geldiğini bilmemekte ve ezbere konuşmaktadır. Bu durumda Öztürk’ e düşen Kur’an’a böylesine cahilane bir iftirada bulunduğu ve kamuoyunu aldattığı için tövbe etmesi ve özür dilemesidir.


[1] Hatib el-Kazvînî, el-Îzâh fî Ulûmi’l-Belâğa, Daru İhyâi’l-Ulûm, Beyrut, 1419, s. 170

[2] Mes’ûd b. Ömer et-Teftâzânî, Muhtasaru’l-Me‘ânî, Daru’l-Fikr, 1411, Baskı: I, s. 161; Ali b. Nâif eş-Şuhûd, el-Hulâsa fî Ulûmi’l-Belâğa, Yayınevi, Tarih: Yok, s. 21

[3] Mahmud b. Amr ez-Zemahşerî, el-Keşşâf an Hakâiki Ğavâmizi’t-tenzîl, Daru’l-Kitâbi’l-arabî, Beyrut, 1407, Baskı: III, I/78

[4] Fehd b. Abdirrahman b. Süleyman er-Rûmî, el-Bedehiyyât fi’l-Kur’âni’l-Kerîm, el-Câmi‘atu’l-İslâmiyye, Medîne-i Münevvere, 1416, s. 18

[5] Şâh Veliyyullah ed-Dihlevî, el-Fevzu’l-Kebîr fî Usûli’t-Tefsîr, Dâru’s-Sahve, Kahire, 1407, Baskı: VII, s. 68

[6] Abdülazim ez-Zerkânî, Menâhilu’l-İrfân, I/204

[7] Abdülazim İbrahim Muhammed el-Mat‘anî, Hasâisu’t-Ta‘bîri’l-Kur’ânî ve Simâtuhu’l-Belâğiyye, Mektebetu Vehbe, 1413, Baskı: I, I/164

[8] Kadir, 4

[9] Ali el- Cârim, Mustafa Emin, el-Belâğatu’l-Vâzıha, Yayınevi, Baskı: Yok, s. 277