“Günümüzdeki birtakım itikadi problemler” başlığı altında  bazı meseleleri konuşma amacıyla bir araya geldik. Bugünkü dersimizde özellikle günümüzdeki Selefiliğin kökeni sayabileceğimiz  ‘İbn Teymiye’  üzerinde biraz durmak istiyorum. Mevcut  Selefiliğin ve Vehhâbî anlayışın kökenini araştırdığımızda en yakın merci olarak Muhammed b. Abdilvahhab ve ondan da İbn Teymiye’ye varıyoruz . Bu vesileyle bugün burada İbn Teymiye ismi üzerinde durmamız gerekli hale gelmiştir.

Hususen yaşadığımız çağda  İbn  Teymiye’ nin Ehl-isünnet olduğu, Ehl- i Sünnete aykırı herhangi bir görüşü olmadığı ve hatta bundan da öte Şeyhülislam olduğu, hidâyet imamlarından bir imam olduğu dillendirilmektedir. Hatta bizim cenahtan  birtakım Hoca efendiler, özellikle de Arap diyarından ber hayat olan veya vefat etmiş bulunan bir kısım ehl-i sünnet âlimler konuşmalarında veya eserlerinde kendisinden birçok nakiller yapmaktadırlar. “Hikmet müminin yitiğidir, onu nerede bulursa alır”[1] şeklinde rivayet edilen hadis-i şerif ulema için geçerlidir.  Ulema belki onun güzel ve tercihe şâyan gördükleri  sayılı bir takım tespitlerinden bir kısım nakiller yapmıştır. Ancak bu noktada biz nerede durmalıyız? Üzerinde tefekkür edip çabucak cevabını bulmamız gereken istifham işte budur.  Evet, İbn Teymiye’ye karşı duruşumuz ne olmalıdır? Bu noktayı belli başlı bir takım başlıklar altında müzakere edelim ve mevzumuzu tamamlayalım.

İbn Teymiye’nin genellemeci üslûbu

Konuya girmeden önce İbn Teymiye’nin usulünden, uslûbundan ve mevzulara yaklaşımındaki genellemeci tavrından bahsetmemiz gerekiyor. İbn Teymiye okurları kendisinin çok genellemeci bir üsluba sahip olduğunu bilirler. Bu üslûbu Mecmu’u’l- Fetâvâ’ sı vb. kitaplarında gayet net bir şekilde müşahede edilebilir. İbn Teymiye, birçok görüşünü aktardıktan sonra naklettiği bu görüşün selefin tamamının görüşü olduğunu söyler genellikle. Hanbelî  olduğunu söylediği için de kimi görüşlerini İmam Ahmed’e nisbet eder. Bazı görüşlerini de selefin tanıdık isimleri Şa’bî, Evzâ’î, Süfyan b. Uyeyne, Hasen-i Basri, Abdullah b. Mübarek gibi zatlara nispet eder. Savunduğu görüşün hatimesini de genellikle   عَلَيْهِ إجْمَاعُ الْأُمَّةِ” / Bu görüş üzerinde ümmetin[2], müslümanların[3] icma’ı vardır, veya “عَلَيْهِ إجْمَاعُ الصَّحَابَةِ ” bu görüş üzerinde sahabenin görüş birliği vardır”[4] diyerek yapar. Ve bunun dışına çıkan kişinin ya Mutezilî,  ya Muattıla’ya mensup yahut da muanid bir Cehmî olduğunu söylemeyi de eksik etmez.  Allâme Yusuf ed-Dicvî’ nin de ifadesiyle[5]  İbn Teymiye Cehmiyye dediğinde bununla birlikte ehlisünneti kast eder ve ehlisünnet anlayışında olan kişileri Cehmiye olmakla niteler.

İbn Teymiye’ nin genellemeci tavrının bir diğer örneği de “مقدمة في أصول التفسيرisimli eserinde İmam et Taberî’ nin tefsirinden  bahsederken bu tefsir için ‘tefsirlerin en yücesi” ifadesini kullandıktan sonra aynı tefsir hakkında “onda hiç bidat yoktur”[6] demesidir.

Peki, Taberî tefsiri tefsirlerin en yücelerinden olduğu müsellem olmakla birlikte, İbn Teymiye’ nin genellemeci tavrıyla ifade ettiği gibi hiçbir bidat rivayet ve görüş barındırmayan  bir tefsir midir? Değildir tabi ki. Taberi’ nin Câmi’u’l-Beyân’ ı, ismi gibi câmî bir tefsirdir. Ehl-i sünnet dışı fırkaların işine yarayacak olan bir takım rivayetleri de barındırır. Taberî,  o rivayetleri ilmi bir emânet oldukları için almıştır. İsrâîlîyyat kabilinden rivayetlere yer verip kimilerine tembihte bulunur, kimilerine de isnadlarını zikretmesine itimaden tembihte bulunmamaktadır.[7]

İşin ehli alimler, İmam et-Taberî’ nin rical ilminin revaçta olduğu, isnatların keyfiyetlerine muttali’ olmanın yaygın olduğu bir dönemde yaşamış olmasından hareketle bu tarz rivayetlerde sadece isnadı zikretmesiyle mesuliyeti üzerinden attığını söylemektedirler.[8] İbn Teymiye bir şeyi övmeyi kast ettiği zamanda onu genellemeci bir üslupla övmeyi tercih eder bu misalde olduğu gibi. Zaman olur, selef hiçbir zaman tevil yapmamıştır, devamlı tefviz yapmıştır der.  Başka bir kitabını okursunuz bakarsınız ki; istiva hakkında akla hayale gelmedik tevilller yaparak işi tecsime dahi götürür. Ve bunu da “Tefvîz” başlığı altında  selefe isnat ederek yapar.

İbn Teymiye ve ekolünün mümessillerinde rastlanılan bu tür tenakuzlar, meseleyle yakından ilgilenenlerin yabancılamayacağı kabilden şeylerdir. Nasıruddin el-Elbânî’nin benzer tenakuzlarına dair yazılmış  Hasen b. Ali es-Sekkâf’ın üç cilt halinde tab‘ edilen Tenâkuzâtu’l-Elbânî’l-Vâdıhât’ ı[9] ve Mahmud Said Memdûh’un et-Ta’rîf’’ i[10]  bu konuda zikredilebilecek bir iki müşahhas misaldir.

İbn Teymiye’ nin genellemeci uslubundan bahisle devam edelim konumuza. Geride de zikrettiğimiz gibi İbn Teymiye’yi okurken çok genellemeci konuşan, cüzâfen cümleler kuran ve sonra da bunların altını dolduramayan bir şahsiyet görüyorsunuz karşınızda. İbn Teymiye bazı konularda öyle iddialı, öyle cüretkâr cümleler kuruyor ki şaşmamanız mümkün değil.  Fakat bunların arkasında durmaya sıra geldiğinde söylediklerinin ardında duran bir İbni  Teymiye ile karşılaşamıyosunuz ne yazık ki. Sözün özü,  İbn Teymiye’ nin muarızlarına karşı böylesine inatçı bir tavır sergilediği gayet net ve âşikâr. Selef imamlarının bazı görüşlerinden döndüğü, görüşlerinin zıttını gösteren akvâ bir delile teslim oldukları nakledilirken İbn Teymiye adına böyle bir ameliyeden bahsetmeniz gayet güç.  İmam Zehebî İbn Teymiye’nin muhibbânındandır. Ancak bu tavrından dolayı kendisini îkâz etmiş,  en-Nasihatü’z- Zehebiye ’ yi yazarak ona nasihat etmiş ve bu tavrının yanlış olduğunu, böyle inatçı bir tavırla bir âlimin hareket etmemesi gerektiğini ifade etmiştir.

İbn  Teymiye bazı akide  metinleri kaleme almış, bu metinler bi hayli ses getirmiş ve muasırı olduğu alimlerden menfî anlamda tepkiler almıştır. Zamanının alimleri onun söylediklerini telakki bil kabul etmemişler ve kendisine karşı çıkmışlardır. Bu sebeple İbn Teymiye’yi kimi zaman  münazara ortamlarına çağırmışlar ve İbn Teymiye oralarda da görüşlerini savunmuştur. Eserlerinde bu ortamlarda alimlerle arasında geçen diyalogları kısmen de olsa yeri geldiğinde zikretmektedir. O zamanı anlatan bazı alimler İbn Teymiye’nin kimi zaman görüşünden döndüğünü, sonra tekrar aynı görüşü savunduğunu nakletmektedirler.[11] İbn Teymiye böyle git geller yaşamış zamanında.

Genellemeci tavrına örnek olması gayesiyle bazı ifadelerini alıntılayalım:

Mesela Mecmû’u’l-Fetâvâ’sında  o tartışma ortamlarından bir tanesini anlatırken şu ifadelere yer verir:

فَقُلْت: مَا جَمَعْت إلَّا عَقِيدَةَ السَّلَفِ الصَّالِحِ جَمِيعِهِمْ لَيْسَ لِلْإِمَامِ أَحْمَدَ اخْتِصَاصٌ بِهَذَا، وَالْإِمَامُ أَحْمَدُ إنَّمَا هُوَ مُبَلِّغُ الْعِلْمِ الَّذِي جَاءَ بِهِ النَّبِيُّ صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ وَلَوْ قَالَ أَحْمَدُ مِنْ تِلْقَاءِ نَفْسِهِ مَا لَمْ يَجِئْ بِهِ الرَّسُولُ لَمْ نَقْبَلْهُ وَهَذِهِ عَقِيدَةُ مُحَمَّدٍ وَقُلْت مَرَّاتٍ: قَدْ أَمْهَلْت كُلَّ مَنْ خَالَفَنِي فِي شَيْءٍ مِنْهَا ثَلَاثَ سِنِينَ فَإِنْ جَاءَ بِحَرْفِ وَاحِدٍ عَنْ أَحَدٍ مِنْ الْقُرُونِ الثَّلَاثَةِ – الَّتِي أَثْنَى عَلَيْهَا النَّبِيُّ صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ حَيْثُ قَالَ: ” {خَيْرُ الْقُرُونِ الْقَرْنُ الَّذِي بُعِثْت فِيهِ ثُمَّ الَّذِينَ يَلُونَهُمْ ثُمَّ الَّذِينَ يَلُونَهُمْ} – يُخَالِفُ مَا ذَكَرْته فَأَنَا أَرْجِعُ عَنْ ذَلِكَ وَعَلَيَّ أَنْ آتِيَ بِنُقُولِ جَمِيعِ الطَّوَائِفِ – عَنْ الْقُرُونِ الثَّلَاثَةِ تُوَافِقُ مَا ذَكَرْته – مِنْ الْحَنَفِيَّةِ، وَالْمَالِكِيَّةِ، وَالشَّافِعِيَّةِ، وَالْحَنْبَلِيَّةِ، وَالْأَشْعَرِيَّةِ، وَأَهْلِ الْحَدِيثِ، وَالصُّوفِيَّةِ، وَغَيْرِهِمْ

“Dedim ki; Ben Selef-i Sâlih’in tamamının görüşünü topladım. İmam Ahmed’in bu konuda bir hususîliği yok. İmam Ahmed Nebi r’ nin getirdiği ilmin tebliğcisidir.  İmam Ahmed Peygamber r ’in getirmediği bir şeyi kendi görüşünden söyleyecek olsa onu kabul etmeyiz. Ve bu Muhammed’in akidesidir. Defaatça dedim ki; Bu hususlarda bana muhalefet edenlere üç yıl mühlet tanıdım. Eğer Peygamber’ﷺin “Asırların en hayırlısı benim asrımdır, sonra onları takip edenler, sonra onları takip edenler” sözüyle medhü sena ettiği ilk üç asırdaki her hangi bir kişiden benim zikrettiklerime muhalif tek bir harf getirirlerse ben bu görüşümden döneceğim. Ve ilk üç asırdan, Hanefi’ler, Mâlikî’ler, Şafiî’ler, Hanbelî’ler, Eş’arî’ler Ehl-i Hadis, Sûfîler ve bunların dışındaki bütün taifelerin görüşüme muvafık olan nakillerini getirmek de boynumun borcudur.” [12]

Bu ifadeler İbn Teymiye’ye ait. İmam Sübkî  kendisine  Şifâu’s-Sikâm gibi birçok reddiyeler yazmış, İbn Cehbel el-Hakâiku’l-Celiyye’ yi yazmış ve ayrıca bazı hadislere yaklaşımının hatalı bulunduğu kendisine aktarılmış  olmasına rağmen o savunduğu şeyi müdafaa etmeye devam etmiştir. Geride de ifade ettiğimiz üzere, tüm bunlar karşısında  genellemeci söyleminin arkasında duran bir İbn Teymiye yok ortada. İşte gördünüz; umumi ifadeler kullanarak tek bir harf getirsinler görüşümden dönerim” diyor ancak sonrasında bu sözlerinin arkasında durmuyor.

İbn Teymiye’ nin selefe atfetmiş olduğu birçok görüşü vardır. Bunları mukayeseli bir okumaya tabi tuttuğumuzda bazılarının selefle örtüştüklerini göremiyoruz. Mansur Muhammed Uveys’in bununla alakalı İbnü Teymiyye Leyse Selefiyyen[13] isimli bir eseri var.  Bu eseri mutala edersek az çok bununla alakalı örneklere rastlamış oluruz.

Konumuza doğru ilerlerken öncelikle şunu ifade edeyim:  Bizim burada İbn  Teymiye’nin bütün görüşlerini zikretme, onları tek tek  serdederek tahlil etme diye bir iddiamız yok. Burada yapabileceğimiz bir şey varsa o da İbn Teymiye’nin özellikle akide noktasında Cenabı Hakk’ın sıfatları ile alakalı tecsim ve teşbih ifade eden görüşlerini zikretmek olabilir. Bu görüşlerin tahlil edilmesi, aksine deliller getirilmesi bir takım seri derslere ihtiyaç duyar ve dolayısıyla bu dersin vaktini aşar.

İbn Teymiye tecsim akidesine düşüyor mu düşmüyor mu bu konu üzerinde duralım. Bizim bu mahalde her şeyden önce Tecsim’in ne olduğunu ortaya koymamız icap ediyor. Tecsim kısaca; Cenab-ı Hakk’a onun cismaniyetini iktiza edecek bir şeyin izafe edilmesi veya direkt olarak Allah Teâlâ’ nın cisim olduğunun söylenmesidir. Özetle tecsim; Cenab-ı Hakkı herhangi bir cisme benzetmek veya cisimlerle Cenabı Hak arasında bir müşabeheti, mümaseleti vehm ettirecek olan bir takım ifadeler kullanmaktır. İbn Teymiye’nin böyle bir tutumu var mı? Onu kendi ifadeleri üzerinden göreceğiz. Bu günkü selefîler aksini iddia ederek “İbn Teymiye’nin kesinlikle böyle görüşleri yoktur” diyorlar.

Konuya girmeden önce tecsimin mahiyeti ve mücesimin kim olduğu noktaları üzerinde duralım.. Fırkaları anlatan İmam el- Eş’arî’ nin Makalatul İslamiyyîn’ i,  İbn Hazm’ın  el- Fisal’ı,  Abdülkahir el- Bağdâdî’nin el- Fark Beynel Fırak’ ı, Ebû Muzaffer el İsferâînî’nin  et-Tabsîr fi’d-Dîn’i var malumunuz. İbn Hazm’ dan bir nakil okuyalım mücessime ile alakalı…İbn Hazm özetle şöyle tadat ediyor mücessimenin özelliklerini : [14]

Bir taife Allahü Tealanın  cisim olduğunu söylemiştir ve bu konudaki delilleri de şudur: Ma’kûlde yani aklın havsalasında iki türlü varlık vardır: Birincisi cisim olup diğeri de cisimlerle birlikte kaim olan arazdır. Allah Teâlâ araz olamayacağına göre mevcut olmasından hareketle cisimdir. Bu, Mücessimenin görüşü. Öyleyse Mücessime’ye göre bir şey mevcutsa ya cisimdir  ya arazdır.  Allah Teâlâya araz  diyemeyeceğimize göre Allah cisimdir.  Allah fiil yapıyor mu? Elbette tabi [15]“فَعَّالٌ لِمَا يُرِيدُ” dir Cenâb-ı Hak.  O zaman bu cisim olmasına delalet eder diyorlar.  Allah Tealâ’yı akli bir takım kıyaslar üzerinden cisim olmaklıka vasf ediyorlar. Allah Teâlâ fâildir. Dolayısıyla cisim olması gerekir.

İmam Eş’arî de Makâlâtu’l- İslâmiyyîn[16]’ inde mücessime ile alakalı uzunca tafsilatta bulunuyor. Oradaki ifadelerinden ortaya çıkan Mücessime portresi maddeler halinde şöyle:

  1. Mücessime Allahın bir kadrinin, miktarının olduğunu ve haddi olduğunu savunuyor.
  2. Mücessime’ye göre Allah Teâla başkasını hissedebilir, ona dokunabilir, o da Allah Teâla’ya dokunabilir. Bunlar aklen mümkündür deyip bunları savunuyorlar.
  3. Cenab-ı Hak Arşa temas etmektedir, değmektedir.
  4. Cenab-ı Hakk’ın azası var, el manasında yedi  var, mekânı var,  bir takım edevatı var. Vech ve yedi bir azasıdır. Böyle inanıyor Mücessime. Yine onlara göre Allah Teâla altı yönden sınır içerisine alınmıştır Cenâb-ı Hak için sağ taraf düşünülebilir, sol taraf düşünülebilir. Üst düşünülebilir, alt düşünülebilir,  ön ve arka cihetleri düşünülebilir. Ve Cenâb-ı Hakk’ın Sem’ Basar vb. sıfatları Allah Teâlâ’nın zatında hâdis olan şeylerdir. Yani Cenâb-ı Hakk’ın havadis ile/ daha sonradan meydana gelmiş olan şeylerle kıyamı düşünülebilir onlara göre. İşte Mücessime bu. Milel ve Nihal kitaplarında görüşlerini mutalaa ettiğimiz, vasıflarını müşahede ettiğimiz Mücessime bu. Şimdi gelelim İbn Teymiye’ ye ve tecsim’e düşüp düşmediği meselesine.

İbn  Teymiye’nin son dönemlerde basılmış  Bir kitabı var Beyanu Telbîsi’l- Cehmiyye isminde.  10 cilt  halinde neşr edilmiş  bir kitap bu. İbn Teymiye özellikle bu kitabında  birçok tecsim ifade eden cümleler kuruyor. En arızalı kitaplarından biridir  bu Beyanu Telbîsi’l-Cehmiyye.  İşte, bu kitabında şöyle diyor:

 

والبارئُ ، سبحانَه وتعالى ، فوقَ العَالَمِ فَوْقِيَّةً حَقِيقِيَّةً وليستْ فَوْقِيَّةَ الرُّتبة

“Bârî Sübhânehû ve Te’âlâ, rütbe fevkiyyeti değil,  hakîkî fevkiyyet ile âlemin fevkindedir.”[17]

 

Aynı kitabın başka bir bölümünde Allah ﷻ’ a cisim denip denmeyeceğiyle ilgili telakkileri de şöyle:

 

ومعلوم أن كون البارئ ليس جسمًا ليس هو مما تعرفه الفطرة بالبديهة ولا بمقدمات قريبة من الفطرة، ولا بمقدمات بينة في الفطرة؛ بل بمقدمات فيها خفاء وطول، وليست مقدمات بينة، ولا متفقًا على قبولها بين العقلاء؛ بل كل طائفة من العقلاء تبين أن من المقدمات التي نفت بها خصومها ذلك ما هو فاسد معلوم الفساد بالضرورة عند التأمل وترك التقليد، وطوائف كثيرة من أهل الكلام يقدحون في ذلك كله، ويقولون: بل قامت القواطع العقلية على نقيض هذا المطلوب، وأن الموجود القائم بنفسه لا يكون إلا جسمًا، وما لا يكون جسمًا لايكون إلا معدومًا. ومن المعلوم أن هذا أقرب إلى الفطرة والعقول من الأول.

“Bârî ﷻ’ nin cisim olmaması fıtratın çok açık bir şekilde kavrayabileceği bir şey değildir. Fıtrata yakın önermelerle ve fıtratta zahir olan önermelerle de anlaşılabilecek bir şey değildir. Bilakis kendisinde gizlilik ve uzun detaylar bulunan önermelerle anlaşılabilir, manası açık ve belirli olan mukaddimelerle değil. (Allah ﷻ’ ın cisim olmadığı)  Akıllılar arasında ittifak edilmiş bir şey de değildir. Bilakis akıllılardan her bir taife bunu (Allah ﷻ’ın cisim olduğunu) kabul etmeyenlerin, delil getirerek nefyettikleri mukaddimelerden bazısının taklit terk edilip iyice düşünüldüğünde  bozukluğu zaruri olan bir takım önermeler olduklarını açıklamışlardır. Kelam ehlinden bir çok taife bunların tamamını tenkit etmekte ve “Kat’î deliller bu neticenin zıttını göstermektedir” demektedirler. Kendi başına kaim olan bir şey illâ cisimdir. Cisim olmayan şey de yok demektir. Malumdur ki işte bu görüş fıtrata ve akıllara birincisinden daha yakındır.[18]

 

Görüldüğü gibi İbn Teymiye “var olmak”la “cisim olmak”lığı eşit kabul ederken var olan bir şeyin illâ cisim olması gerektiği görüşünü akıllara ve fıtrata daha yakın ve yatkın buluyor. Buradan hareketle ne demek istiyor İbn Teymiye? Her var olan cisimdir, Allah da vardır ve öyleyse cisimdir. Söylemek istediği şey bu. Akla yatkın ve diğerinden daha bedîhî olduğunu söylediği önermeler ve netice bu. Yukarıda Mücessime’ nin de aynen böyle düşündüğünü görmüştük. Peki, bu görüşün ne farkı kaldı o zaman Mücessime’ nin görüşünden? Her iki görüş de noktasına, virgülüne varıncaya kadar aynı yere çıkmıyor mu netice olarak?

Bir bölüm daha alıntılayalım Minhâcu’s-Sünne’sinden. İbn Teymiye bu eserinde de Allah Teâlâ’ya cisim kelimesinin ıtlak edilip edilemeyeceğinden bahsediyor. Ve yukarıda “her mevcut cisim olmalıdır” şeklindeki küllî kaideyi benimsemesinden hareketle ma’kul bulduğu görüşü burada da selefin görüşleriyle bağdaştıramayacağını gayet iyi biliyor olmalı ki işi “denmesinde de bir mahzur yoktur ama” noktasına getiriyor. Eserin konuyla ilgili olan bir cümlesini misal olması kabilinden buraya alalım. Şöyle diyor İbn Teymiye:

 

وَأَمَّا مَنْ لَا يُطْلِقُ عَلَى اللَّهِ اسْمَ ” الْجِسْمِ “، كَأَئِمَّةِ أَهْلِ الْحَدِيثِ وَالتَّفْسِيرِ وَالتَّصَوُّفِ وَالْفِقْهِ، مِثْلِ الْأَئِمَّةِ الْأَرْبَعَةِ وَأَتْبَاعِهِمْ، وَشُيُوخِ الْمُسْلِمِينَ الْمَشْهُورِينَ فِي الْأُمَّةِ، وَمَنْ قَبْلَهُمْ مِنَ الصَّحَابَةِ وَالتَّابِعِينَ لَهُمْ بِإِحْسَانٍ، فَهَؤُلَاءِ لَيْسَ فِيهِمْ مَنْ يَقُولُ: إِنَّ اللَّهَ جِسْمٌ، وَإِنْ كَانَ أَيْضًا لَيْسَ مِنَ السَّلَفِ وَالْأَئِمَّةِ مَنْ قَالَ: إِنَّ اللَّهَ لَيْسَ بِجِسْمٍ

“Hadis, Tefsir, Tasavvuf, Fıkıh imamları, dört (mezheb) imamları ve tabileri, ümmet içerisinde meşhur müslüman âlimler ve onlardan önceki Sahabe ve Tabiîn nesli gibi Allah’a cisim kelimesini ıtlak etmeyenler, işte bunların içerisinde “Allah Cisimdir” diyen hiç kimse yoktur. Aynı şekilde seleften ve imamlardan “Allah Teâlâ cisim değildir” diyen olmadığı gibi.[19]” 

 

İbn Teymiye’ nin şu cümlesini okuduğunuzda selefin Allah ﷻ’ a cisim kelimesini ıtlak etmediği gibi bir hakikati tam sindirecekken cisim olmadığını da söylemedikleri gibi bir desiseyle zihniniz bulanıyor adeta. İşte, İbn Teymiye’ nin böyle bir usûlu var. Yani bir mevzuyu alıyor bir noktaya kadar götürüyor ve okuyucu onun görüşünün ne olduğu konusunda tam bir netice alacakken mevzuyu başka bir tarafa kaydırarak meseleyi farklı bir zemine çekiyor. Bir daha okuyayım burayı diyorsunuz, aşağıya doğru iniyorsunuz bir başka  taifeden nakiller yaparak  konuyu kapatıyor. İbni Teymiye’ nin özellikle haberî sıfatlar vb. konuları işleyişinden sizin zihninizde subliminal bir mesaj kalıyor:Demek ki selef Allah’a cisim denmez de dememiş. O halde Allah’a “cisimdir ancak bizim gibi bir cisim değil” demekte bir beis yoktur herhalde şeklindeki bir anlayış hâkim oluyor size.

Mesele bu noktaya gelmişken bir mevzuya değinmeden geçmeyelim. İbn Teymiye Cenab-ı Hak bizzat bu masa gibi, sandalye gibi cisim midir diyor? Tabii ki hayır.  Bu kadarını kendisi de inkâr ediyor. İbn Teymiye’nin cisim telakkisinde problem var. Cumhurdan ayrıldığı esas nokta burası ve tecsimle ilgili arızalı görüşlerinin menşei de burası.

Ehl-i Sünnet Cenabı Hakk’ın cisim olmadığı ve cisimlerle benzeşen hiç bir sıfatının olmadığı üzerinde konuşurken İmam et- Tahâvi (Rahmetullahi Aleyh) ’nin akide metninde ifade ettiği şu esası takip eder:

 

وَمَنْ وَصَفَ الله بِمعنًى مِنْ مَعاني البَشَر، فَقدْ كَفَر

“Kim Allah ﷻ’ı beşer vasıflarından herhangi bir vasıfla nitelerse kâfir olur.”[20]

 

Ehl-i sünnet Cenabı Hakk’a  izâfe edilen bir sıfatla alakalı Süfyan b. Uyeyne’ nin,[21] İmam Muhammed’in[22] ifadesi ile; ما وصف الله تعالى به نفسه فقراءته تفسيره “AllahTeâlâ’ nın kendisiyle zatını vasfettiği sıfatların tefsiri kıraatidir.”düsturunu yol edinir. Buna göre yedullah, yedullahtır.Vechullah vechullahtır. Bunların okunup geçilmesi lazım. İşte biz buna tefviz diyoruz. Selefin yolu bu. İmam Ebu Hanife bunu el-Fıkhu’l- Ekber’ de en güzel şekilde ifade etmiş. “Hiç bir şeye benzemez, hiç bir şey de ona benzemez. Yedi vardır ancak bizim elimiz gibi değil, vechi vardır ancak bizim yüzümüz gibi değil” diyor. Şu halde; Cenâb-ı Hakla beşer   arasında bir müsanebet kuracak ve Allah Teâlanın beşer ile nebzeten de olsa ortaklığını gerektirecek beşere bi vechinmâ benzemesini gerektirecek ne varsa merduttur, Allah’a izafe edilemez. Bu Kaideyi nakzedecek olan bir şeyi selefinden halefine Ehl-i Sünnet ulema kesinlikle kabul etmemiştir.

Mesela Bed’u’l-Emâlî diye bir metnimiz var bizim. “Allah’ı şey diye isimlendiririz lakin sair şeyler gibi değildir” der orada. Şey lafzının Allah Teâlâ’ya izafesi niçin caizdir? Çünkü şey lafzıyla cisim olmak arasında bir telazüm yok. Yani, biz bir şeye şey dediğimizde bu ıtlakımızdan o şeyin cisim olması lazım gelmez. Kâinatta şey olup cisim olmayan bir takım varlıklar var mesela. Bu da her “şey” in cisim olmadığı manasına gelir. Öyleyse, Cenab-ı Hakk’a şey demek onunla mahlûkât arasında bir benzerliği, denkliği vehm ettirecek bir söylem olmadığı için caizdir. Ayrıca bu konuya taalluk eden nasların da işârî delâletleri Allah Teâlâ’ya “şey” denilebileceğini gösteriyor.[23]

Peki, Allah Teala’nın sureti var denir mi? Ehl-i sünnet ulema buna cevaz vermemişler. Bu durumda “şey” lafzıyla “sûret” lafzı arasında mühim bir farkın bulunduğu ortaya çıkıyor. Allah Teâlâ’ya “şey” denmesine cevaz veren ulema,  sûret ifadesine niçin cevaz vermemişler? Çünkü “suret” kelimesi cismiyyet ile telâzümü olan bir kelimedir ve onu gerektirir. Yani bir şey cisimse sûreti vardır veya bir şeyin sûreti varsa cisimdir. Sûret kelimesi ıtlak edildiğinde cismi çağrıştırır ve her ne şekilde olursa olsun Allah için kullanılamaz.

Ancak bazı ulema, “إن الله خلق آدم على صورته” / “Muhakkak ki Allah Teâlâ Âdem’i Sûreti üzere yaratmıştır[24] hadisine ve bu hadisteki zamirin Allah U’ a râci’ olmasından hareketle buna cevaz vermişler.  Hadisteki zamirin Allah U ’a raci olabileceğini kabul eden  İbn Kuteybe (Rahmetullahi Aleyh) gibi bazı âlimler Allah U ’ın sureti var ancak bizim suretimiz gibi değil demekte bir beis olmayacağını söylemişler. Hadisin sebeb- vürûdu şu:  Ebu Hureyre (Radıyallahu Anh)’den rivayet edilmiştir ki Resulullah (Sallallahu Aleyhi ve Selem) kölesinin yüzüne tokat atarak onu döven ve “Allah senin ve senin yüzüne benzeyenlerin yüzünü çirkin etsin! Diyen bir adamı gördü ve “ Sizden biriniz kölesini dövdüğünde yüze vurmaktan sakınsın. Zira Allah Teâlâ Âdem’i sureti üzere yaratmıştır” buyurdu.[25]Hadis hususunda önümüze çıkan işkâlin odaklandığı nokta, hadiste bulunan ve suret kelimesinin kendisine izafe edildiği zamirin merciidir. İbn Hacer’in belirtmesine göre zamirin mercii hususunda ihtilaf edilmiş ve ekser ulema bunun madrub/dövülen olduğu görüşüne gitmiştir. Çünkü hadisin bu cümlesinin gerisinde kalan kısmında Peygamber Aleyhissalatü vesselam yüze vurmaktan nehyetmekle yüze yapılması gereken tazimi ifade etmiştir. Daha sonra gelen zamirin madruba gönderilmesi ile mana “Yüze vurmaktan sakınınız! Çünkü Allah Âdemi /dövülen kişinin sureti üzere yarattı” şeklinde olacaktır. Aksi halde bir şey düşünmek, bu cümlenin, bir önceki cümleyle mana irtibatını koparacaktır.[26]

Fakat bir kısım ulema İbn Ebî Âsım’ın Ebu Hureyre (Radıyallahu Anh)’den rivayet ettiği “Allah Âdemi Rahman’ın sureti üzere yarattı” şeklinde ki rivayete tutunarak zamirin merciinin “Rahman” olduğunu söylemişlerdir. Fakat İmam en Nevevî, bu şekildeki bir ziyade ile naklolunan rivayetin ehl-i hadis nezdinde sabit olmadığını zikretmektedir.[27] İbn Kuteybe gibi bazıları bu rivayetten yola çıkarak “Allah Teala’ya aid bir suret vardır fakat bizimki gibi değil” demişlerdir. Tıpkı Allah “şey” dir fakat sair şeyler gibi değil denilmesi gibi.” Ancak bunu savunanlara şu şekilde ciddi bir itiraz yöneltilmektedir “Şey” tabirinin her hangi bir yönüyle hadisliğe delaleti yoktur. Fakat “suret” ve “cisim” gibi mefhumlar bir terkib ve bileşkenlikten haber verdiği için hadisliğe delaleti olan şeylerdir.[28] Dolayısıyla bu durumun, Allah Teâla hakkında şey tabirinin kullanılmasının caiz olması şeklindeki meseleye kıyas edilmesi doğru değildir. Hadisteki zamirin “Adem” lafzına raci’ olduğunu söyleyenler,-ki bunlar ekser ulemadır- bunun manasının “Allah Teala Adem (Aleyhisselam)’ı Cennette nasılsa Cennetten çıkarıldıktan sonra da aynı şekilde olması biçiminde te’vil etmektedirler.

Tirmizi’nin rivayet ettiği “Rabbimi en güzel sûrette gördüm”[29] rivayetinden yola çıkarak yukarıdaki hadiste konu olan zamirin merciini “Rahman” olarak ta’yin edenler de vardır. Lakin bu te’vil de zikredilen “teşbih, tecsim” gerekçelerinden dolayı reddolunmuştur. Bu hadisi de iki şekilde tevil etmektedirler. Birinci mana “Ben en güzel surette iken Rabbimi gördüm” denilip suretin görene yüklenmesi şeklinde olup, ikinci mana da “ Rabbim en güzel surette iken onu gördüm şeklindedir.” Birinci manada bir sıkıntının olmadığı açıktır. İkinci manada ki suret de, “Allah Teala’nın in’amı ve ona yönelmesi” gibi bazı sıfatları ile tevil edilmektedir.[30]

Netice olarak diyebiliriz ki; “cisim olması, kendisine ait bir suretin bulunması” gibi onu hudus’a nisbet edecek bir takım şeylerin Allah Azze ve Celle hakkında  itlakı caiz değildir. Bu hususta varid olan bir takım rivayetler ise ya birinci yol olarak tesbit edilen “Te’vil etmeksizin okunması ile yetinilmeli ve okunması tefsir makamında değerlendirilerek” manalarının Allah Teâlâ’ya ısmarlanması gerekir. Yahut da bu hususta ki haberleri “Onun benzeri hiçbir şey yoktur”[31]  ayet-i kerimesinin muktezasınca Allah Teâlâ’nın şanına layık bir şekilde te’vil etmek gerekmektedir.

İbn Teymiye Cenabı hakka Onun cisim olduğunu ifade edecek şeyler izafe ediyor Göreceğiz şimdi mesela istikrardan bahsedecek Ondan sonra cenâb-ı Hakk’a işte eliyle işaret edilme vesaire okuyacağız birçok şeyleri izah ediyor Bunlar Allah Teala’nın bir mahalde bir mekanda bulunduğunu istikrar ettiğini cisim olduğunu gösteriyor. Dolayısıyla mücessime ile ayniyet ifade ediyor  bu görüşler ama İbni Teymiye bunları nakl ediyor Nakl ediyor ondan sonra diyor ki bizim gibi değil Tabi diyor sizin Allah’a cisim olduğunu ifade edecek bir şey söyledikten sonra tabii ki bizim gibi değil demeniz  hiçbir şey ifade etmez bu ehlisünnet dışı bir görüştür. Tıpkı o suret mevzuunda olduğu gibi. Sen Allah’ın sureti var bizim suretimiz gibi değil yani suret dediğimiz şey cismin vasfıdır vasıflarındandır başka bir şeyi olamaz Dolayısıyla Allah’a suret ifade etmek Allah’ın cisim olduğunu söylemek anlamına gelmekle eş manaya geliyor.

Bugün İbn Teymiye’yi  savunanlar, Mücessime olmadığını, tecsime düşmediğini söyleyenler bu gibi ibarelerini farklı yorumlamak suretiyle  işi kurtarmaya çalışıyorlar. Onlara göre İbn Teymiye burada Allah’a bizim bildiğimiz manada  ıtlak etmemiştir bütün bunları. Bu tarz gerekçeler bir kişiyi mücessime  olmaktan kurtarmaz. Sen Allah’a tıpkı sûret mevzuunda olduğu gibi cisim olduğunu vehm ettirecek  bir şeyi izafe ettiğin anda tecsime düşersin. Tecsimin  başlı başına belli bir takım müstakil kaideleri vardır. Abdülfettah el-Yafi’î’ nin tecsimi ve mücessimeyi anlatan et- Tecsim ve’l- Mücessime diye güzel bir eseri var. Tecsim’in davabatını anlatan, mücessimliğin  genel çerçevesini çizen bir kitaptır.

İbn Teymiye’nin tecsim  görüşlerinden devam edelim konumuza: Yukarıda da gördüğümüz üzere İbn Teymiye Allah Teâlâ’ nın âlemin hakîkî bir fevkiyetle fevkınde olduğunu söylüyor. Birazdan arş ile  alakalı görüşlerini de gördüğümüz zaman bunların hepsini bir araya topladığımızda ortaya artık zıtttı iddia edilemeyecek kadar bariz bir tecsim manzarası çıkıyor karşımıza.

İbn Teymiye’nin el- Furkan Beyne Evliyai’r- Rahman ve Evliyai’ş- Şeytân diye bir eseri var Alıntılayacağım bu ifadeler Mecmû’u’l-Fetâvâ’ sında da var.[32] Şöyle diyor İbn Teymiye;

 

فلولا أنَّ موسى أخبر فِرْعَوْنَ أنَّ رَبَّهُ فوقَ العالمِ لَمَا قال فِرْعَوْنُ فأَطَّلِعَ إلى إلـٰـهِ موسى

“Şayet Musa u Firavun’a Rabbi’nin Âlemin fevkınde olduğunu haber vermemiş olsaydı Firavun  “(Göklerin yollarına erişirim de) Musa’nın Tanrısı’nı görürüm”[33] demezdi.”

İbn Teymiye’nin şu ifadelerinden, Cenab-ı Hakk’ın fevkıyetinden cismânî bir fevkıyet anladığı tebârüz ediyor. Nitekim yukarıda da bi zatihi kendi ibaresinden Allah Teâlâ’ nın hakiki fevkıyetle âlemin fevkınde olduğunu savunduğunu nakletmiştik. Buradaki mülahazası da hakiki fevkıyet diye tabir ettiği insanlar arasında malum ve maruf olan fevkıyettir. Çünkü, köşkü yapıp üzerine çıktığında neolacak? Firavun zihniyeti Musa u ‘nın ilahını görecek. İbn Teymiye’ ye göre Firavun’un şuur altına yerleşen Allah’ın yukarıda oldugu görüşü Musa u’ nın bunu ona söylemesiyle gerçekleşti. Öyle ya,  Firavun bunu nereden bilecekti? En netice: demek ki Musa u söyledi ona bunu.

İbn Teymiye’ nin İbnu’l- Mutahir el-Hillî’ ye yazdığı  Minhacu’s- Sünne isimli bir reddiye var. El-Hillî şiîdir biliyorsunuz. Minhâcu’l-Kerâme isimli bir eser yazmış. Sekizinci asırda vefat etmiş olan el-Hillî kelâmî konuları ele aldığı bu eserinde Hz. Ebubekir, Hz. Ömer, Hz. Osman, Hz. Muaviye y  gibi bir kısım sahâbîler hakkında eleştirel yaklaşımlarda bulunup saygısızlık yapmış ve özellikle Hz. Aişe (Radıyallahu Anha)  hakkında yersiz iddialar ortaya atmıştır. Muasırı olan İbn Teymiye de bu mevzular çerçevesinde kendisine Minhâcu’s-Sünneti’n-Nebeviyye fî Nakzi Kelâmi’ş-Şî’ati’l- Kaderiyye isimli bir reddiye kaleme almıştır. İbn Teymiye her ne kadar bu eserinde el-Hillî’ nin teşeyyu’ merkezli görüşlerine güzel retler yapmışsa da başka açıdan bakıldığında bu eseri özellikle tecsim konularında yanlış görüşler içermektedir. Allah Teâlâ’nın cismiyyetini iktiza edecek görüşlerinden birine misal olması bakımından zikredelim. Diyor ki İbn Teymiye:

 

وَأَمَّا إِثْبَاتُ مَوْجُودٍ قَائِمٍ بِنَفْسِهِ لَا يُشَارُ إِلَيْهِ وَلَا يَكُونُ دَاخِلَ الْعَالَمِ وَلَا خَارِجَهُ، فَهَذَا مِمَّا يَعْلَمُ الْعَقْلُ اسْتِحَالَتَهُ وَبُطْلَانَهُ بِالضَّرُورَةِ

 

“ Zatıyla kâim olup kendisine işaret edilemeyen, ne âlemin içinde ne de dışında olan bir mevcudun varlığının ispatı aklın muhalliğini ve batıllığını zaruretle bileceği şeylerdendir.”[34] 

İbn Teymiye’ nin bu ifadeleri mevcudata mahsusata müsavi gördüğü ve her mevcudun mahsus olması gerektiği anlayışında olduğunu haber veriyor bizlere. Nitekim geride bu noktayla ilgili kendisinden bir nakil yapmıştık. İbn Teymiye’ ye göre mevcûdâtın diğer türevi olan araz olma ihtimali olmadığından dolayı Alah Teâlâ’nın cisim olması gerekir. Ancak bu cisim olmaklık bizim bildiğimiz anlamda cevherlerden mürekkep olma ve belli maddelerden bileşken olma anlamında değildir. Bu cisimlik Allah Teâlâ’ya mahsus olan bir cisimliktir. İbn Teymiye’nin tecsime düştüğü yer tam da burasıdır. Yani sizin Allah ﷻ’a cismiyyeti vehm ettirecek, cisimliğe müsavi olacak bir şey izafe etmenizden sonra “bizim gibi değil”diye eklemeniz sizi tecsimden kurtarmaz. Bilakis tecsim için çizilen tartışılamaz çizgiyi aşmış ve bizzat tecsim akidesini savunmuş olursunuz.

Yine çok ilginç bir görüşü daha var  Mecmû’u’l- Fetâvâ’ sında. Şöyle diyor İbn Teymiye:

 

وَأَمَّا قَوْلُ الْقَائِلِ: لَا يُشَارُ إلَيْهِ بِالْأَصَابِعِ إشَارَةً حِسِّيَّةً فَلَيْسَ هَذَا اللَّفْظُ فِي كَلَامِي؛ بَلْ فِي كَلَامِي إنْكَارُ مَا ابْتَدَعَهُ الْمُبْتَدِعُونَ مِنْ الْأَلْفَاظِ النَّافِيَةِ مِثْلُ قَوْلِهِ إنَّهُ لَا يُشَارُ إلَيْهِ فَإِنَّ هَذَا النَّفْيَ أَيْضًا بِدْعَةٌ

“ ‘Ona parmaklarla işaret edilemez’  diyenin sözüne gelince; bu lafız benim kelamımda yoktur. Bilakis benim sözümde “ona işaret edilemez” sözü gibi bidatçıların daha sonradan ihdas ettikleri böyle nefyedici sözlerin inkârı vardır. İşte bu nefiy (Allah’a işaret edilemeyeceğini söylemek) de aynı şekilde bidattır.”[35]   

İbn Teymiye bu ifadeleriyle tevbe ediyor âdeta. Allah Teâlâ ile mahsûsât alemi arasında öyle bir irtibat ve bağ kurmuş ki zihnî dünyasında; Allah ﷻ’ a işaret edilemeyeceği şeklindeki bedîhî bir hakikati dahi bidat olarak görebiliyor ve böyle bir sözü asla söylemediğini dillendirebiliyor. Çünkü onun tasavvurunda cisim olan ancak bizim gibi cisim olmayan bir Allah var. Neye dayanarak söylüyoruz bunu? Çok az bir kısmını buraya aldığımız konuyla ilgili kendi ifadelerine dayanarak tabi ki. Yukarıdan beri serd ettiğimiz nakillerden İbn Teymiye’ nin, kendisine işâret edilemeyen bir mevcudun olamayacağına inandığı, her mevcudun aynı zamanda cisim olması gerektiğini savunduğu, selef uleması içerisinde Allah cisim değildir diyen kişilerin olmadığını savunduğunu görüyoruz açıkça. İbn Teymiye’ nin naklettiğim bu ve bundan bir önceki ifadeleri dahi tecsime düştüğünün açık göstergesi olmak için kâfîdir. Zira bunlar tecsim değilse tecsim nedir o halde?

Bir diğer görüşüne geçelim:

 

وقد اتفقتِ الكلمةُ من المسلمينَ والكافرينَ على أنَّ الله في السماء وحَدُّوهُ بذلك

“Müslümanlar ve Kâfirler Allah Teâlâ’nın semâda olduğu konusunda ittifak etmiştir. Ve Allah’ ı bununla sınırlamışlardır.”[36]

 

Aynı yerden bir başka ifadesi;

 

فهذا كُلُّه وما أشبهَه شواهدُ ودلائلُ على الحَدِّ ، ومَنْ لم يعترفْ بهِ فقد كَفَرَ بتنـزيلِ الله وجَحَدَ ءاياتِ الله

“Bu ve buna benzer şeylerin tamamı (Allah ﷻ adına) had üzerine delildir.Kim bunu itiraf etmezse Allah ﷻ’ ın indirdiğini ve âyetlerini inkar etmiştir.”[37]

İbn Teymiye bu ifadeleriyle  meseleyi bir adım daha ileriye taşıyor ve dersimizin baş taraflarında zikrettiğimiz genellemeci tavrını sergiliyor. Allah ﷻ’ adına hadden/sınırdan bahsedilebileceği görüşünü o kadar ileriye götürüyor ki bunu iman ile küfür arasındaki sınır çizgisi haline getiriyor. İbn Teymiye’ nin had görüşü cisim telakkisinden geliyor hiç şüphesiz. Bu tarz cisim özelliklerini –bizim gibi olmadığı kaydını da ekleyerek- Allah ﷻ’ a izâfe etmesi “var olan ve araz olmayan her şeye cisim dememiz gerektiği” şeklindeki umûmî kaidesinden geliyor. Yani siz Alllah’a cisim ama bizim gibi bir cisim değil diyebiliyorsanız bu düşüncenin doğal neticesi de “haddi vardır ancak bizi gibi değil, hakiki anlamda dünya semasına iner ama keyfiyetini bilemeyiz, hareket eder ancak bizim gibi değil” diyeceksiniz. Ve tüm bunların sonuna eklediğiniz “bizim gibi değil” kaydıyla da mücessimeden beri olmuş olacaksınız. Bunlara tecsim diyenleri de muattıl ve cehmî olmakla niteleyeceksiniz. İbn Teymiye’nin sıfatlar hakkındaki tutumunun özeti budur. Naklettiğimiz şu ifadelerinden bu gün kü tekfir tutumunun nerelere dayandığını da görüyorsunuz değil mi? Şu tarz ifadelerini gördükten sonra  Vahhâbîliğin İbn Teymiye’yi referans almasının tevafuk olduğu, İbn Teymiye’yi istismar ettikleri gibi bir takım mesnetsiz tespitlerin tutarsızlığı gün yüzü gibi açığa çıkmış oluyor.

Allah ﷻ’ nin haddi olduğu görüşünü kâfiriyle, müminiyle bütün bir insanlığın ittifâkî olarak kabullendiklerini belirten İbn Teymiye bu görüşü İmam Ahmed’ e nispet etmekten de çekinmiyor. Şöyle diyor Beyânu Telbîsi’l-Cehmiyye’ sinde:

 

فقد دَلَّ الكتابُ والسُّـنَّةُ على معنى ذلك ، كما تَقَدَّمَ احتجاجُ الإمامِ أحمدَ لذلكَ بما في القرءانِ ممَّا يَدُلُّ على أنَّ الله تعالى له حَدٌّ يتميَّز به عن المخلوقات

“Kitap ve Sünnet bu mana üzere delaet etmiştir muhakkak. Nitekim İmam Ahmed’in Allah’ın, kendisiyle mahlûkâtından ayrıldığı bir haddinin olduğuna delalet eden Kur’an’daki (ayet) lerle delil getirmesi geride geçti.”[38]

İbn Teymiye’ nin bu tarz görüşlerini İmam Ahmed’e nispet etmesinin sebebi İmam Ahmed’i bu nispetlere daha elverişli bulmasındandır. Malumunuz İmam Ahmed mihne dönemini yaşamış ve o dönemde Allah Teâlâ’nın kelam sıfatıyla  ilgili Abbâsî mahkemelerinde sorulan sorulara “Kelâmullah kelâmullahtır” şeklinde cevap vermiş. Yani tevile gitmeyip, tefviz yapmış. İbnTeymiye de onun bu tarz cevaplarından bu sıfatların hakiki anlamlarını kastettiği şeklinde bir çıkarsama yaparak İmam Ahmed’i kendi görüşlerine mesnet kılmış ve “Hanbelîyim” demiş. Peki, acaba gerçekten İmam Ahmed’in böyle bir görüşü var mı? Diye sormadan edemiyor insan doğal olarak. İşin hakikatine indiğimizde İmam Ahmed’in bu tarz görüşlerden fersah fersah uzak olduğunu görüyoruz. Bir misal verelim. Ebu’l-Fadl et-Temîmmî’nin İ’tikâdu’l-İmam Ahmed  diye bir eseri var. O eserde İmam Ahmed’den  إنَّ الأمكنةَ كُلَّهَا محدودةٌ والله ليسَ بمحدود”   ““Mekanların tamamı mahduttur (sınırlıdır). Allah ise mahdut değildir.”[39] İmam Ahmed’in itikadı bu. Bizatihi kendisine ait eserlerde gördüğümüz genel telakkileri de bu itikatta olduğunu gösteriyor zaten. Ehl-i sünnet Cenab-ı Hakk’a müteşabihat kapsamına girecek bir şeyi isnat etmek için tevatür şartını arar. Yani o şeyin mütevatir olması lazım sübûtî açıdan.

İbn Ebî Şerîf el-Müsâmere’ sinde bu konu etrafında konuşurken ehl-i sünnetin temel kabul ettiği usûlü şöyle tafsil eder: Şeriat akılla sabit olmuştur. Bunun delili de peygamberlerin risalet davalarına delil olarak getirmiş oldukları mucizelerin akılla anlaşılabileceğidir. Buradan hareketle, şayet din aklın tekzip edeceği bir şeyi getirecek olsa, akıl şeriatın şahidi konumunda olduğundan her ikisi de batıl hükmünü alacaktır. Bu icmali kaide üzerinden şunları söyleyebiliriz: Akla muhalif olarak dinde nakledilmiş her lafzı sübut ve delalet açısından incelemeye tabi tutmak durumundayız. Şöyle ki; bahsi yapılan menkul lafız sübutu açısından tevatür veya ahad konumunda olabileceği gibi, delaleti açısından da kat’i yahut zanni olabilecektir. Şayet bu lafız sübut açısından ahad konumunda ise delaletine bakılır; eğer delaleti kat’i/kesin ise bu durum başta verilen “şeriatın akla muhalif bir şey ortaya koymayacağı” şeklindeki külli kaideye uygun düşmediği için kailinin müfteri olduğuna hükmedilir. Şayet delaleti zanni ise zahir manasının maksut olmadığını söyler ve ma’kul bir şekilde[40] tevil ederiz. Mezkûr lafzın sübuti açıdan mütevatir olması durumunda delaleti cihetiyle kat’i olmasını düşünemeyiz. Zira budurum da aynı şekilde yukarıdaki külli kaideye muvafık düşmeyecektir. Öyleyse, sübutu açısından tevatür seviyesinde olan bu lafız delaleti cihetiyle zanni olursa bu durumda bazı ihtimaller öne çıkmaktadır. Zira delaleten zanni olan bu lafzın tevil edileceği sadece bir mana var ise o mana tayin edilmiş olur. Yok, eğer birkaç manayı muhtemel ise işte bu durumda bu manalardan birini belirli kılacak bir kat’i nakil varsa, delilin gösterdiği mana muayyendir. Şayet, bu manalardan birini tayin edecek kat’i bir mana bulunmazsa işte bu durumda ictihad ile bir mana tayin edilebilir mi, edilemez mi? Sorusunun altında iki mezhep yatmaktadır ki biz buna selef ve halef diyoruz.

Evet, anlatılan son durumda selef akla uygun olmayan bu nassın ne olmadığını söylemekle yetinir. Yani tabir-i diğerle “Te’vîl-i İcmâlî yapar, Halef de ne olmadığını söylemekle birlikte ne olduğunu da ictihadî bir biçimde belirtmek suretiyle “Te’vîl-i Tafsîlî yapar ki avam’ın aklı zahiri olan manaya tebâdür etmesin ve yanlış akidelere saplanmasın diye.[41] Kelam kitablarında “eslem” olarak tavsif edilen selefin yolu ile, “ahkem” olarak nitelenen halefin yolu şeklindeki ayrımın temel felsefesi bu anlatılandır.

Buradan konumuza geçiş yapacak olursak; Cenabı hakka, cisim, had, hareket, sükun, ifadelerini kullanabilmeniz için elinizde mütevatir bir nas bulunması lazım. Böyle bir nassın bulunması mümkün değil. Zira bunların tamamı cisimlerin özellikleri. Akıl böyle sonradan yaratılanların özellikleri olan bu türden şeylerin tüm bunların yaratıcısı olan Cenab-ı Hak için sâbit olabilme ihtimalini reddeder. Haddi, mekanı yaratan Allahtır. Bunları yaratmadan önce Allah’ın bir haddi yok muydu veya mekanı yaratmadan önce Allah ﷻ neredeydi gibi soruların cevabını bulabilmemiz mümkün değildir. İbn Teymiye bunları her hangi bir mütevatir nassa dayanmaksızın  tamamen aklî ve felsefî çıkarımlar üzerinden hareket ederek Cenab-ı Hakk’a nispet ediyor.

Tabir yerindeyse nispet ediyor ve kenara çekiliyor. Bu ifadeleri dinleyen bir kişi tarafından “Nasıl bir had?” şeklindeki muhtemel soruya da şöyle cevap veriyor İbn Teymiye:

 

له حَدٌّ يَعْلَمُهُ هو ولا يَعْلَمُهُ غيرُه

“O’ nun (Allah’ın) kendisinin bildiği ve gayrısının bilmediği bir haddi vardır.”[42]

İbn Teymiye’nin Allah ﷻ’ ın haddi olduğu konusuyla ilgili görüşleri elbette ki bunlarla sınırlı değil. Naklettiğimiz ifadeleri mesele etrafındaki mülahazalarını anlayabilmemiz için kâfî geldiğinden diğerlerine girmeyeceğiz. Zira bu konuyla ilgili diğer görüşleri de farklı şeyler söylemiyor zaten. Şimdi başka bir konuyla devam edelim dersimize.

İbn Teymiye’yi tecsime götüren görüşlerinden birisi de Allah ﷻ’ın  Arş’ı istivası ile ilgili konuşurken cülustan bahsetmesidir. İbn Teymiye’nin iki tane eseri var bu konuyla ilgili: Birincisi el-Arş isimli bir risale.  Bildiğim kadarıyla bu risale matbu değil mahtuttur. İkincisi de Mecmû’u’l- Fetâvâ içerisinde de bulunan er-Risâletu’l-Arşiyye’sidir. Bu risalesinde Cenab-ı Hakk’ın arşı istivasıyla ilgili çok değişik görüşleri var. Arş’ı istiva ile ilgili benzer görüşleri Hama’lıların sorduğu bir takım sorular üzerine yazdığı el- Akîdetu’l-Hameviyye’sinde de var. Ne diyor İbn Teymiye bu konu çerçevesinde? Mahtut olduğunu söylediğim el-Arş isimli risalede şöyle söylediği naklediliyor:

 

إنَّ الله يَجْلِسُ على الكُرْسِيِّ وقد أَخلَى منه مكانًا يُقْعِدُ مَعَهُ فيهِ رسولَ الله

 “Muhakkak ki Allah Teâlâ Kürsî üzerinde oturmaktadır. Ve arştan, beraberinde Resulüllah r’ı da oturttuğu bir mekanı boş bırakmıştır.”

İbn Teymiye’nin bu ifadelerini bizâtihi bu eserinden nakl edemiyoruz mahtut olduğu için. Ebu’l-Hayyân el-Endelûsî var biliyorsunuz meşhur nahivci ve müfessir. Kendisini el-Bahru’l-Muhît isimli meşhur tefsirinden tanıyoruz en çok da. Bu zat İbn Teymiye’nin muasırı bir âlimdir. Kendisinin en-Nehru’l-Mâd isimli bir tefsiri de var. Bu tefsirinin mahtut hali de var elimizde. İşte, bu eserinde Ebu’l-Hayyan, İbn Teymiye’nin Kitabu’l-Arş isimli eserinde Allah Teâlâ’nın Kürsî’nin üzerinde oturduğunu ve beraberinde Resulüllah’ı oturtmak için de yanında bir mekanı boş bıraktığını” yazdığını ve bunu da kendisinin bu eserinde bizzat gördüğünü zikr ediyor. [43] Ancak bu ifadeler Ebu’l-Hayyân’ın matbu tefsirinden çıkartılmış.

İmam Muhammed Zâhid el-Kevserî, İmam es-Sübkî’nin, İbnu’l-Kayyim’in el-Kasîdetu’n-Nûniyye’ sine ret olarak yazdığı es-Seyfu’l-Sakil’e ta’lîkât olarak kaleme aldığı Tebdîdu’z-Zalâmi’l-Muhayyim haşiyesinde bu eseri Matbaatu’s-Saade’den tashih ederek basan musahhih ile karşılaştığını ve o kişinin bu ifadeleri, insanların İbn Teymiye’ye karşı çok yanlış bir algı oluşturmasına sebebiyet vereceğinden dolayı eserden çıkarttığını kendisine söylediğini zikretmektedir.[44]

İbn Teymiye’nin istivâyı istikrar olarak tefsir etmesi sadece ondan üçüncü şahıs tarafından nakledilen rivayetlerle sabit değil elbette. İbn Teymiye istivâyı istikrar olarak anlıyor ve böyle tefsir ediyor, bu bir hakikat. Şöyle diyor Mecmû’u’l-Fetâvâ’sında bununla ilgili:

فقد حَدَّثَ العلماءُ الْمَرْضِيُّونَ وأولياؤُه الْمُقَرَّبونَ أنَّ مُحَمَّدًا رسولَ الله يُجْلِسُهُ ربُّه على العرشِ معه

“Razı olunmuş âlimler ve (Allah ﷻ’ ın) mukarreb velîleri, Allah ﷻ’ın Resulü Muhammed r’i Rabbi’nin arşta kendisiyle birlikte oturttuğunu nakletmişlerdir.”[45]

İbn Teymiye aynı kitabının başka yerinde yine istivadan bahsederken, Abdullah b. Mübârek’in istivayı “istikrar” olarak tefsir ettiğini söyler.[46] Bu mahalde İbn Teymiye’nin tecsim görüşü olmadığını söyleyerek Şeyhu’L-İslâm olarak niteleyenlere şu temel soruyu sormak hakkımız değil midir: Kimdir bu razı olunmuş âlimler, mukarreb velîler? Bunların isimlerini tek tek belirtmeleri mümkün mü? Acaba İbn Teymiye bu sadette referans alabileceği bir kişi bile olsa böyle muğlak bir ifade kullanır mıydı?

Mevzumuzu hulâsa edecek olursak, İbn Teymiye’nin istivayı cülûs olarak tefsir ettiğini görüyoruz. Halbuki arap lügatında istivanın cülûs diye bir manası yoktur. Arap lügatında istivâ tam anlamıyla bir şeyin tamam olması, kemâle ermesi anlamına gelmektedir. Ehl-i sünnet ulemânın halef kuşağı da istivayı bu manasına muvafık olacak şekillerde bir takım manalarla tevil etmişlerdir. İbn Teymiye ise, istivanın -tamamen cismin özelliği olan- oturma manasında olduğunu söylemiş, daha sonra da bunun keyfiyetini bilemeyiz demekle tecsimden kurtulabildiğini düşünmüştür. Olayı bu raddeye taşıdıktan sonra tecsimden kurtulmanın beyhude bir çaba olduğunu yukarıdaki misallerde de görmüştük. Yinelemeyi faydalı bulmuyorum.

İbn Teymiye’nin yine tecsimle  bağdaştırılacak olan başka bir görüşü hâdis olan bir takım şeylerin Cenabı Hak ile kaim olabileceğini söylemesidir. Mücessime ile paralellik arz eden bir başka görüşü de budur. Buna dâir bir takım misaller getirebiliriz eserlerinden. Mesela Minhâcu’s-Sünne’sinde şöyle diyor İbn Teymiye:

 

ومنهُم مَنْ يقولُ بمشيئتهِ وقدرته ، أي أنَّ فعلَ الله بمشيئتهِ وقدرتهِ شيئًا فشيئًا ، لكنَّه لم يَزَلْ مُتَّصِفًا به . فهو حادثُ الآحادِ قديمُ النَّوْعِ كما يقولُ ذلكَ من يقولُه من أئمَّة أصحابِ الحديثِ وغيرِهم من أصحاب الشَّافِعِيِّ وأحمدَ بنِ حنبل وسائرِ الطوائف 

“Onlardan kimileri “(Allah Teâlâ’nın fiili; yaratması vb.) onun an be an meşîeti ve kudretiyledir” demektedir. (Onun fiili) fertleri hâdis nevisi ise kadîm olandır. Nitekim ashab-ı hadis ve onların dışındaki Şafii’nin ashabı , Ahmed b. Hanbel’in ashabı ve sair taifelerin bunu söyledikleri gibi…”[47]

Şunu da hemen belirtelim: İbn Teymiye havâdisin Cenab-ı Hak’la kâim olabileceğini söylerken –hâşâ- Allah ﷻ’ın da hâdis olduğunu söylemiyor. İbn Teymiye’yi bu görüşe götüren başka bir sebep vardır ki o da şudur: İbn Teymiye Allah Teâlâ’nın Arş’ a cülûs/oturma ve istikrar manası verince, istivadan bunu anlayınca İmam Ebû Hanife’nin meşhur suali geliyor akla hemen: Allah Arş’ı yaratmadan önce neredeydi o halde? Nereye oturuyordu arşı yaratmadan önce? İşte, İbn Teymiye bu işkâli çözme adına Arş’ın kıdem-i nev’î ile kadim olduğunu söylemek mecburiyetinde kalıyor. Bu durumda İbn Teymiye, Allah ﷻ ile bu anlamda (kıdem-i nev’î) ile kadim olan şeylerin kâim olabileceğini savunmak mecburiyetinde kalıyor bir nevi. Biz buna “havâdis l lâ evvele lehâ” diyoruz.  Nasıl bir şey bu? Bir mahluk var ve bu mahluktan sonra başka bir mahluk  geliyor. Bu mahluk da yerini bir başka bir mahluka bırakıyor bunları  evvellerine doğru götürdüğünüzde “bidâyeti/başlangıcı” olmayan bir bidâyete gidiyor. Buna kıdem-i nev’î diyoruz. Bu durumda hadislerin fertleri ezelî olmuş oluyor cinsleri değil. Bu da Cenab-ı Hakk’ın hâdislerin muayyen fertlerinden önce olduğu cinslerinden önce olmadığı anlamını taşıyor. İbn Teymiye Havâdisin Cenab-ı Allah ile kâim olabileceği şeklindeki görüş için şöyle diyor Minhâcu’s-Sünne’sinin bir başka yerinde:

قولُنا بقيام الحوادث بالرَّبِّ إنما هو قولٌ له دليلُه من الشَّرْعِ والعقل

“Havâdisin Rab ile kaim olması görüşümüzün Şeriattan ve akıldan delili vardır.”[48]

Abdülvehhâb b. Abdurrahman el-İhmîmî’ nin İbn Teymiye’ ye red olarak yazdığı ve bu mevzudaki hatasını çok güzel bir şekilde ortaya koyduğu Risâletun fi’r-Reddi Alâ İbn Teymiyye fî Havâdis lâ Evvele Lehâ[49] isimli bir eseri var. Daha fazla malumat isteyen oraya da bakabiir.

Son olaral şöyle söyleyelim: Dersin başında İbn Hazm ve İmam el-Eş’arî’den aktardığımız Mücessime fırkasının tanıtımı ve tecsimin mahiyetine dair özelliklere dönüp bir bakalım. Bir de İbn Teymiye’nin, sadece numune olması amacıyla küçük bir kısmını burada aktardığımız görüşlerine bakalım. Ve şu soruya kendimizi ikna edecek, her türlü ön yargıdan ârî bir tavırla sahih bir cevap arayalım:

Şayet İbn Teymiye’nin bu görüşleri tecsim değilse tecsim nedir?

Şimdilik bu kadarıyla iktifâ edelim…


[1] Tirmizi, Sünen, “Kitabu’l-İlm”, No: 2687, İbn Mâce, Sünen, Kitabu’z-Zühd, No: 4169, Şihâb el-Kudâî, Müsned, No: 146, İbn Abdilber bu manadaki sözü Hz. Ali t’ nin sözü olarak nakleder. Bkz. Cami’u Beyâni’l-İlmi ve Fadlihi, Daru İbni’l-Cevzî, Suud, 1994, Baskı:I, I/421, No: 622, Ayrıca bu hadis Hz. Ali, İbn Abbas (Radıyallahu anhuma) gibi sahabilerden merfu olarak da nakledilmiştir. Sıhhat derecesi için Bkz. es-Sehâvî, el-Makâsıdu’l-Hasene, Daru’l-Kütübi’l-İlmiyye, Beyrut-Lübnan, 2006, Baskı: I, s. 223,  Aclûnî, Keşfu’l-Hafâ, Daru’l-Kütübi’l-İlmiyye, Beyrut-Lübnan, I/323

[2] Örneğin Bkz.  İbn Teymiye, Mecmuu’u’l-Fetâvâ, Mecma’u’l-Melik Fahd, Suud,1995, XI/364,

[3] İbn Teymiye, Der’u Te’ârudi’l-Akli ve’n-nakl, Cami’atu’l-İmam Muhammed b. Suud el-İslâmiyye, Suud, 1991, Baskı: II, VIII/292

[4] İbn Teymiye, Mecmu’u’l-Fetâvâ, XV/60

[5] Yusuf ed-Dicvî, Kelimetun fi’s-Selefiyyeti’l-Hâdıra, s. 3

[6] İbn Teymiye, Mukaddime fî Usûli’t-Tefsîr, Daru İbn Hazm, Beyrut-Lübnan, 1994, Baskı: I,  s. 110,  el-Fetâva’l-Kübrâ, Daru’l-Kütübi’l-İlmiyye, Beyrut-Lübnan, 1987, Baskı: I, V/84, Mecmû’u’l-fetâvâ, Dâru’l-vefâ, 2005, Baskı: III

[7] İbn Cerîr et-Taberî, Câmi’u’l-Beyân an Te’vîli Âyi’l-Kur’ân, Daru Hicr, 2001, Baskı: I,  (Thk: Abdullah b. Abdülmuhsin et-Türkî), Tahkik Kısmı, s. 55

[8] Abdülazim ez-Zerkânî, Menâhilu’l-İrfân fî Ulûmi’l-Kur’ân, Daru’l-Kitabi’l-Arabî, Beyrut-Lübnan, 1995, Baskı: I, II/25-26, İbn Cerir et-Taberî’nin mezkur tefsiriyle ilgili geniş malumat için bkz. Hüseyin ez-Zehebî, et-Tefsîr ve’l-Müfessirûn, Mektebetu Vehbe, I/147-158

[9] Hasen b. Ali es-Sekkâf, Tenâkuzatu’l-Elbânî’l-Vâdıhât fîmâ vaka’e lehû fî tashîhi’l-ehâdîsi ve Taz’îfihâ min ahtâin ve ğaletât, Yayınevi: Yok, 2007, Baskı: XI

[10] Mahmud Said Memdûh, et-Ta’rîf bi evhâmi men Kasseme’s-Sünene ilâ sahîhin ve Daîf, Daru’l-Buhûsi’d-Dirâsâti’l-İslâmiyye ve İhyâi’t-Türâs, 2002, Baskı: II

[11] Bir misal olarak, İbn Teymiye’nin, Necmu’l-Muhtedî’de kayıtlı bulunan  kelamullah ile ilgili görüşünden tevbe edişine dair metni görmek için bkz. Muhammed Zahid el-Kevserî, Tebdîdu’z-Zalâmi’l-Muhayyim, s. 125

[12] İbn Teymiye, Mecmû’u’l-Fetâvâ, III/169

[13] Mansur Muhammed Uveys, İbnu Teymiyye Leyse Selefiyyen, Daru’Nehdati’l-Arabiyye, 1970

[14] İbn Hazm, el-Fisal fi’l-Milel ve’l-Ehvâi ve’n-Nihal, Mektebetu’l-Hâncî, Kâhire, II/92

[15] Bürûc, 16

[16] Ebu’l-Hasen el-Eş’arî, Makâlâtu’l-İslâmiyyîn ve’htilâfu’l-Musallîn, Daru İhyâi’t-Türâsi’l-Arabî, Beyrut, Baskı: III, s. 297 vd.

[17] İbn Teymiye, Beyânu Telbîsi’l-Cehmiyye fî  Te’sîsi bida’ihimu’l-Kelâmiyye, (Thk: Yahya b. Muhammed el-Huneydî), Mecma’u’l-Melik Fahd, Medîne-i Münevvere,  1426,  II/390

[18] İbn Teymiye, Beyanu Telbîsi’l-Cehmiyye, I/359

[19] İbn Teymiye, Minhâcu’s-Sünneti’n-Nebeviyye  fî Nakzi Kelâmi’ş-Şîati’l-Kaderiyye, Camiatu’l-İmam Muhammed b. Suud el-İslâmiyye, 1986, Baskı: I, II/105

[20] Ebu Ca’fer et-Tahâvî, el-Akîdetu’t-Tahâviyye, Dâru İbn Hazm, Beyrut-Lübnan, 1995, Baskı: I, s. 13

[21] el-Lâlikâî, Ebul Kâsım Hibetullah b. Hasen, Şerhu Usûl-i İ’tikâdi ehli’s-Sünne ve’l-Cemaa, (Thk: Ahmed b. Sa’d b. Hamdan el-Ğâmidî, Daru Tayba, Suud, 2003, Baskı: VIII, III/478, No: 736

[22] Vehbi Süleyman Ğâvcî, Îzâhu’d-Delîl fî Kat’i Hüceci ehli’t-Ta’tîl, Daru’s-Selâm, 1990, Baskı: I, s. 40

[23] Ali el-Kârî, Dav’u’l-Me’âlî Şerhu Bed’il-Emâlî, İstanbul, 1319, s. 6

[24]  Ahmed b. Hanbel, Müsned, No: 7323, Buhari, “Kitabu’l-İsti’zân”, No: 5873, Müslim, “Kitâbu’l-Bir Ve’s-Sılati ve’l-Âdâb”, No: 2612, İbn Hibbân, “Kitâbu’l-Hazr ve’l-İbâhe”, No: 5605, el-Bezzâr, Müsned, No: 8504

[25]  İbn Hamza ed-Dımeşkî, el-Beyân ve’t-Ta’rîf  fî Esbâbi Vürûdi’l-Hadîsi’ş-Şerîf, Dâru’l-Kitâbi’l-Arabî, Beyrut, II/36

[26] İbn Hacer, Fethu’l Bârî, Mektebetu’l-Melik Fahd, (Thk: Abdülkadir Şeybe Ahmed), Riyat, 2001, Baskı:I,  5/216-7 (özet olarak)

[27] Zekeriyya en- Nevevî, el- Minhâc, Daru İhyâi’t-Türâsi’l-Arabî, Beyrut, 1392, Baskı: II, XVI/165

[28] en- Nevevî, a.g.e.,  a.y.

[29] Tirmizi, “Tefsîru’l-Kur’ân”, No: 3234

[30] İbn Fûrek,  Ebubekir Muhammed el- İsbehanî, Müşkilu’l Hadis ve Beyanuhû  S.69-71

[31] Kur’an, Şûrâ 11

[32] İbn Teymiye, Mecmû’u’l-Fetâvâ, XIII/173

[33] Mü’min, 37

[34] İbn Teymiye, Minhâcu’s-Sünneti’n-Nebeviyye fî Nakzi Kelâmi’ş-Şî’ati’l- Kaderiyye, Camiatu’l-imam Muhammed b. Suud el-İslamiyye, (Thk: Muhammed Reşâd Sâlim), 1986, Baskı: I, II/335

[35]  İbn Teymiye, Mecmu’u’l-Fetâvâ, V/265

[36]  İbn Teymiye, Muvâfakatu Sarîhi’l-Ma’kûl li Sahîhi’l-Menkûl, II/29-30

[37] İbn Teymiye, Muvâfakatu Sarîhi’l-Ma’kûl li Sahîhi’l-Menkûl, II/29, Beyânu Telbîsi’l-Cehmiyye, II/607, III/689

[38] İbn Teymiye, Beyânu Telbîsi’l-Cehmiyye, I/445

[39] Ebu’l-Fadl et-Temîmî, İ’tikâdu’l-İmam Ahmed, (Mahtut) Zahiriyye Kütüphanesi, No: 345

[40] O kelimenin lügavi vazında ifade ettiği mana ve arabın bu kelimeyi tevil edilen manada kullanıp- kullanmadığı durumu da gözetilerek…

[41] İbn Ebi Şerif, el-Müsamere Şerhu’l- Müsâyere, Çağrı Yayınları İstanbul 1979, s. 30-33

[42] İbn Teymiye, Beyânu Telbîsi’l-Cehmiyye, I/433

[43] Ebu’l-Hayyân el-Endelûsî, en-Nehru’l-Mâd, J. Heyworth-Dunne, D.Lit (London), No: 8348, Varak: 69

[44] Muhammed Zâhid el-Kevserî, Tebdîdu’z-Zalâmi’l-Muhayyim, Yayınevi, Tarih: Yok,  s. 128

[45] İbn Teymiye, Mecmû’u’l-Fetâvâ, IV/374

[46] İbn Teymiye, Mecmû’u’l-Fetâvâ, V/519

[47] İbn Teymiye, Minhâcu’s-Sünneti’n-Nebeviyye, II/379

[48] İbn Teymiye, Minhâcu’s-Sünneti’n-Nebeviyye, I/24

[49] Bahauddin Abdülvehhâb b. Abdurrahman el-İhmîmî’, Risâletun fi’r-Reddi Alâ İbn Teymiyye fî Havâdis lâ Evvele Lehâ,( Thk: Saîd Abdüllatif Fûde) Dâru’z-Zehâir, Beyrut-Lübnan, 2011, Baskı:I