İslamiyet’in Anadolu’daki intişarında çok önemli bir saik olarak başrol oynayan tasavvuf müessesesini zedelemek veya çökertmek gayesiyle bir yığın iddia atılmış yine ortaya. Maksat, “Yolumuz kitap ve sünnet yoludur” diyen[1] Cüneyd-i Bağdâdî (Kuddise Sirruhu) gibi zatlardan bize tevarüs eden bu pak yola kara çalmak ve çamur atmak elbette. İddia sahibi zihninde çizdiği mürşit profilini tenkit etmek maksadıyla parçacı bir okuma zihniyetiyle belli ayetlere sarılmış ve mevzuyu mihverinden saptırmış büsbütün. Bu işin erbabı olmayan bir kısım istismarcıları hedef alması hiçbir şeyi değiştirmiyor. Zira sû-i misâlin emsâl olmayacağı herkes tarafından bilinen bedîhî bir hakikat.

Bu tarz konularda sıkça tekrarladığımız bir husus vardır: O da tenkit edilmek istenen şeyin gerçek yüzünü her yönüyle kendine ait kaynaklardan ortaya koyarak eleştirmek gerektiğidir. Aksi takdirde işin ucu sırf karalama amacıyla birilerini lekelemeye çalışmaktan öteye geçmeyecektir. Rabbimiz, yalan iftira atmanın Allah ﷻ’ın ayetlerine inanmayanların özelliği olduğunu belirtiyor kitabında.[2] İlgili yazıda da yazar, böylesi bir tavırla hareket ederek tasavvufu, şeyh-mürid ilişkisini olduğu şekil ve hüviyetten çıkartarak saldırılarına elverişli olabilecek bir hale getirmiştir. Tam anlamıyla demagoji diyebileceğimiz yorumlarına mesnet kıldığı ayetleri de manen tahrif etmiştir. Birkaç somut misal üzerinden bu mevzunun ispatını birazdan göreceğiz.

Parçacı Okumalarla Tahrif Edilen Hakikatler

Günümüz Kur’an okumalarının en büyük problemi Kur’an’ın metbu kılınarak peşinde gidilmesi değil, tabi kılınarak peşi sıra gelen bir kitap haline getirilmeye çalışılmasıdır. Bunu yapmak isteyenlerin yaygın biçimde kullandığı metotlardan biri de “parçacı okuma” usulsüzlüğüdür. Bu usulsüzlük, Kur’an’ın büsbütün manen tahrif edilmesi gibi bir neticeye varıyor. Hadisleri kabul edip etmeme ölçüsünü de buna göre düzenleyerek yeni bir “arz usulü” ihdas edenler de bunlardır. Konunun daha iyi anlaşılabilmesi için bir misal vermekte fayda vardır:

Somut Bir Misal: Şefaat Meselesi

Yazar, mürşidi olarak tayin ettiği Hz. Peygamber ﷺ’î anlatırken şefaat edemeyeceğini savunuyor ve bu iddiasına da Kur’an ayetini delil olarak gösteriyor. Bizim Kur’an’ı parçacı okuma hastalığı olarak bahsettiğimiz tutum tam da budur. Söz gelimi, şefaati kabul etmemeyi kendine şiar edinip konuyla ilgili delillere tabi olmaktansa delilleri kendi hevâsına tabi kılmayı yeğleyen yazar, önündeki en büyük engelin şefaatin mevcut olduğunu bütün sarahatiyle haykıran hadislerin olduğunu görmektedir. Bu durumda kendi iddiasını doğru çıkarma adına yapabileceği yegâne şeyin ilgili hadislerin uydurma olduğunu söylemek olmaktadır. Böylesine bir iddiaya da şefaatle ilgili hadislerin Kur’an’a aykırı olduğu gerekçesini mesnet kılmaktadır. Mesele bu noktaya geldiğinde yaptığı şey ise şefaatle ilgili hadislerin Kur’an’a muhalif olduğunu ispat için şefaatin sadece Allah’a mahsus olduğu âyetlerini ortaya sürmek olmaktadır. Hadisleri sadece bu manadaki âyetlere arz edip ilgili hadislerin Kur’an’a muhalif olduğu şeklinde küllî bir neticeye varmaktadır. Oysa meseleye doğruyu bulma niyetiyle yaklaşan kişinin yapacağı iş şefaatle ilgili hadisleri Kur’an’ın bütününe arz etmektir.

Zira Kur’an-ı Kerim’de, Rahman’ın nezdinde bir ahid almış olanların,[3] Allah ﷻ’ın izin verdiği ve sözünden razı olduğu kimselerin,[4] hakka şehadet edenlerin[5]  ve gökte bulunan birçok meleğin şefaatte bulunacağı[6] da zikredilmektedir. Bu âyetlerin mevcudiyetine rağmen kendisini dinde şefaatin olmayacağına dair karar verme merciinde gören yazar, bu âyetleri gizleyip görmezden gelerek, konuyla ilgili hadisleri şefaatin sadece Allah ﷻ’a mahsus olduğunu söyleyen ve anlam olarak da kimsenin Allah ﷻ’ın izni olmadan şefaat edemeyeceğini ifade eden âyetlerin zahirine arz edip reddederek gerek ilmen ve gerekse dinen büyük bir cürüm işlemektedir. Yazar, yazısında mürşidi olarak tavsif ettiği Hz. Peygamber ﷺ’in şefaat edemeyeceğini söylerken tam da bu anlayış üzerinden hareket etmektedir. Bu misali zikretmemizdeki esas gaye, yazarın diğer meselelerdeki tutumunun da böylesine sathî, parçacı, kifayetsiz ve nefsî olduğunu ispat etmektir.

Zihniyet Problemi

Her şeyden önce meselenin temelinde yatan esas problemin “zihniyet problemi” olduğunu görmemiz lazım. Neticesini işin başında hevâsına göre tespit eden ve bu uğurda cımbızlama usulüyle bulduğu birkaç ayeti de bağlamından kopararak görüşlerine mesnet kılmaktan çekinmeyen bir zihniyet problemi. Bu zihniyete göre saldırılacak olan cepheye kendince bir rol belirlemek ve kalıp biçmek mübahtır. Zira, bu ameliye haksız yere itham ettikleri muhataplarına hunharca saldırmak için kat etmek zorunda oldukları ilk aşamadır. Ne var ki, karşı tarafa sırf saldırı gayesiyle bir kalkan olarak kullandıkları aynı zihniyeti yegane kaynak olarak tanıdıkları Kur’an üzerinde uyguladığımızda da benzeri sonuçlara ulaşmak mümkün oluyor. Bu durumda da bu zevatın ilgili Kur’an ayetlerini nasıl anladıkları, sindirdikleri merak konusu oluyor. İsterseniz meselenin burasında yazarın mürşitlere saldırma gayesiyle dokunaklı bir kaç iddiasına göz atalım bu bakış açısıyla:

Kur’an, Hz. Peygamber ﷺ’i Tamamen Bizim Gibi mi Kabul Eder?

Yazar, tasavvuf mürşitlerine saldırma gayesiyle Hz. Peygamber ﷺ’in bizim gibi bir beşer olduğunu ve bizler gibi yemek yiyip çarşı pazar dolaştığını ifade ederek bu sözlerine ayetleri delil olarak getiriyor. Allah aşkına, tasavvuf erbabı içerisinde bunun böyle olduğuna inanmayan tek bir fert gösterilebilir mi? Gösterilebilenlerin, yine bizzat tasavvuf erbabı tarafından bidatçi ve sahte olarak kabul edildiğini bilmiyor mu kendileri? İmam eş-Şa’rânî’nin el-Yevâkît’i gibi bir nice eseri okuyarak tasavvufu kendi kaynaklarından mütalaa eden ehl-i insaf birisi böyle bir bühtanda bulunabilir mi? “Evliyaullah’a saldırmaktan kaçınıldığı gibi onlar hakkında aşırılığa varacak itikatlardan da sakınılması gerekir”[7] buyuran Mevlânâ Halid’e bu iftira atılır mı? Müridanıyla yemek yiyen, kimi zaman onlara hizmet eden, onlarla yolculuğa çıkan mürşidimizi ayan beyan görmüşken böyle bir iftiraya tahammül mümkün mü? Üzüm yemekten ziyade bağcıyı dövmeye matuf saldırılar bunlar elbette. Kur’an’ı merkeze alarak alakalı alakasız göndermelerle ispata kalkışılan şu gülünç iddialar rûz-i mahşerde büyük bir vebal olarak yazılacak vebal hanesine yazarın. Allah ﷻ’a sığınırız.

Yazar bu ifadeleriyle mürşitleri yererken Efendimiz ’in sade yaşantısını ön plana çıkararak bizden biri, bizim gibi biri olduğuna vurgu yaparak ayet okuyor. Meselenin bu kısmına yöneltilebilecek bir itiraz olamaz elbette. Ancak hadiseyi burada bırakmak ve bu nokta üzerinden mürşitlere tazim edilmesi gerektiği, onların Allah ﷻ’ın seçtiği insanlar oldukları gerçeğine saldırmak ne kadar doğrudur? Zira bu iddianın ta kendisini başka Kur’an ayetlerine arz ettiğimizde ne yapacak acaba? Mesela Hz. Peygamber ’in beşer olduğunun vurgulandığı ayette bizim gibi bir beşer olmadığına dikkat çekilen “bana vahyolunur” ifadesi,[8] ona tazim edilmesi için peygamber olarak gönderildiği,[9] şanının yüceltildiği,[10] onun yanında ses yükseltmenin amelleri topyekûn iptal edeceği,[11] ona duvarın ardından seslenenlerin ekserinin akılsızlar olduğu,[12] bizim içimizden seçkin bir kul olduğu, peygamberlerin şâhı olduğu[13] gibi bir yığın hakikati nasıl anlayacak yazarımız? Bunlara da, Efendimiz ’e beşer üstü bir paye atfediyor bahanesiyle burun kıvırabilecek mi? Evetse nasıl? Değilse neden? Kitabın bir kısmına iman edip diğerine inanmamanın Müslümanın işi olmadığını haber veren Kur’an-ı Kerim değil mi?[14]

Ayrıca, sahabenin Hz. Peygamber ’e son derece tazim edilmesi gerektiğini ifade buyuran ayetlerle amel etmek için Efendimiz r’in eşyalarıyla teberrükte bulunmaları, tükürüğünü dahi kapışarak üzerlerine sürmelerini anlatan onca sahih rivayetleri sırf hevalarına uymadığı için ret mi edecekler? Bu iş bu denli basit mi gerçekten?

Peygamber ﷺ Gaybı Bilmez mi?

Yazar, mürşitlere saldırmaya yol bulabilmek için Hz. Peygamber ’in gaybı bilemeyeceğini iddia ederek ayet-i kerimeyi referans veriyor. İlgili ayetlere baktığımızda gerçekten de bu ayetlerde Allah Resulü ’nün gaybı bilemeyeceği ifade ediliyor. Ancak hadise bu kadardan ibaret değil. Zira başka ayetlere baktığımızda Cenab-ı Hak, gaybı seçtiği kullarına bildireceğini haber vermektedir. Her hangi bir çelişkinin bulunmadığı kesin olan Kur’an-ı Kerim’de zahiren çelişik gibi görünen bu ayetleri nasıl anlamalıyız? Bu sorunun cevabı ikili bir tasnife giderek mutlak anlamda gaybı sadece Allah ﷻ’ın bilebileceğini ancak Allah ﷻ’ın bildirmesine bağlı gaybı bilmenin bir kısım kullarda bulunabileceğini söylemektedir. Şu halde, birinci sınıftaki ayetler mutlak gayptan, ikinci sınıftakiler ise mukayyed gaybtan bahsetmektedirler. Hokus pokus refleksiyle meseleyi saptırmanın bir anlamı yoktur.

Ayrıca, gaybın bilinebilmesi sadece peygamberlere ait bir şey de değildir. Cenab-ı Hak dilediğinde, dilediği kula, dilediği şekilde gaybı bildirebilir. Mülkünü dilediğine vereceğini haber veren[15] Allah ﷻ’a itirazı olan mı var yoksa? Musa (aleyhisselam)’nın annesi bir peygamber olmamasına rağmen Cenab-ı Hak ona gaybı bildirmiştir. İlgili ayet şöyledir: “Musa’nın anasına: Onu emzir, kendisine zarar geleceğinden endişelendiğinde onu denize (Nil nehrine) bırakıver, hiç korkup kaygılanma, çünkü biz onu sana geri vereceğiz ve onu peygamberlerden biri yapacağız, diye bildirdik.”[16] Görüldüğü gibi Cenab-ı Hak ona Musa (aleyhisselam)’yı geri çevireceğini ve onu ilerde peygamber yapacağını bildirmiştir. Bu anlamda Musa u’nın annesi kendisine bildirilen bu gaybı bilmektedir. Öyleyse, Cenab-ı Hakk’ın peygamberler veya velilelere dilediği zamanda dilediği gaybı bildirmesinde İslam’a, Kur’an’a uymayan yön neresidir? Kitabı sahifelere ayırıp işine gelen tarafı zikredip, gelmeyen tarafı gizlemek Müslüman adeti değildir.[17]

Harikuladelikler İslam’a Aykırı mı?

Yazar, tasavvuf eleştirisi yaparken ikide bir olayı harikuladelikler ve keramet meselesine getirerek “Bizim mürşidimiz bunları yapmaz” diyor. Oysa devamlı atıfta bulunduğu Kur’an-ı Kerim Hz. Peygamber ’in bir gece Mescid-i Haram’dan Mescid-i Aksa’ya yürütüldüğünü anlatıyor.[18] Bundan alâ bir harikuladelik ve mucize olabilir mi? Mürşitlere sıra geldiğinde bu tarz harikuladelikleri “uçmak kaçmak” şeklinde niteleyebilen yazar bu hadiseye de aynı vasfı layık görebilecek mi? Burada asıl itiraz edilmesi gereken nokta yazarın, kasıtlı olduğunu düşündüğümüz saldırgan tavrıdır. Yazar, bu tavır üzerinden tüm mürşitleri yargılayarak kalbin tasfiyesi ve nefsin tezkiyesine hizmet eden tasavvufu sadece keramet bahsine hasrediyor. Okuyan da tasavvufu mahza harikuladelik ve mürşitleri de daima keramet göstermeye çalışan mürailer zannedecek. Oysaki tasavvuf kaynaklarını okuyanlar, bu yolun büyüklerinin en büyük kerameti “istikamet” saydıklarını ve diğer harikuladeliklere hiç mi hiç değer vermediklerini göreceklerdir. Yazar bu kaynakları okuyup da şu talihsiz yazıyı kaleme aldıysa kasıtlı bir bühtan cürmü işlemiştir. Yok eğer bilmeden yaptıysa sıkça refere ettiği Kur’an-ı Kerim cevap versin kendisine: “Hakkında bilgin bulunmayan şeyin ardına düşme. Çünkü kulak, göz ve gönül, bunların hepsi ondan sorumludur.”[19]

Ayrıca, Kur’an-ı Kerim hem Hz. Peygamber hem de sair peygamberlerin gösterdikleri mucizeleri anlatan ayetlerle dolu bir kitap değil midir? Yoksa yazar, bu ayetlerde anlatılan fevkalade hadiseleri de bir utanç vesilesi ve “uçmak kaçmak” olarak mı görüyor? Tasavvufu, barındırdığı “keramet” kavramına hasreden yazar benzeri bir tavrı Kur’an’a da reva görebilecek midir? Hem harikulade olaylar göstermek niçin gayr-i mümkin olsun ki? Bizler Süleyman (aleyhisselam)’ın tahtını kilometrelerce mesafe uzaklıktan göz açıp kapayacak bir miktarda getirebilen Asaf b. Berhiya’yı anlatan ayete[20] iman etmedik mi? Ona bu kudreti veren Allah seçtiği başka kullarına neden benzeri kabiliyetler vermiş olmasın? Buna mani olan nedir?

Akıllıya İşaret Yeter

Yazarın ilgili yazısında ortaya attığı tüm iddiaları tam anlamıyla cevaplamak kitap çapında bir çalışmayı iktiza eder. Böyle bir şey makalemizin hem maksadını hem de hacmini aşacağından dolayı birkaç misal vererek ortaya koyduğu usulsüzlüğü kısaca deşifre etmek istedik. Zira, yazarın bahsi geçen konularda meseleleri nasıl çarpıttığı,  sübjektif takıldığı ve kasıtlı birçok cinayeti korkusuzca işlediği sathî bir nazarla dahi görülecektir. Maksadımız, kısa bir şekilde yazarın bu tutumuna dikkat çekerek diğer konulardaki tavrının da bundan farksız olduğunu ortaya koymaktır.

Rabbimiz, bizleri sahabeden bugüne tevarüs eden ve her asırda ümmetin yekûnunu teşkil eden ehl-i sünnet ve cemaat çizgisinden ayırmasın.

Âmin Yâ Mu’în…


[1] Abdülkerim el-Kuşeyrî, er-Risâletu’l-Kuşeyriyye, Daru’l-Me’ârif, Kahire, I/79

[2] Nahl, 105

[3] Meryem, 87

[4] Tâhâ, 109, Sebe,23

[5] Zühruf, 86

[6] Necm, 26

[7] Abdülmecid el-Hânî, elHadâiku’l-Verdiyye, s. 254-55

[8] Kehf, 110

[9] Fetih, 8-9

[10] İnşirah, 4

[11] Hücurât, 2

[12] Hücurât, 4

[13]  Âl-i İmrân, 81

[14] Bakara, 85

[15] Bakara, 247

[16] Kasas, 7

[17] En’âm, 91

[18] İsrâ, 1

[19] İsrâ, 36

[20] Neml, 40