Hadisler üzerinde oluşturulan muhtelif şüphelerin -bahusus- bazı muasır Müslümanların zihinlerini bir hayli karıştırdığı aşikâr bir hakikat. Kamuya açık şekilde dillendirilen bu şüphelerin bir kısmı sünnetin hiçbir bağlayıcılığı olmadığını iddia ederken bazı şüpheler ise hadislerin naklediliş keyfiyeti üzerine yoğunlaşmaktadır. Bütün bu şüpheleri eşeleyip baktığımızda ardında yatan ana saikin -bazı renk farklılıkları olsa da- oryantalist yaklaşımlar olduğunu görüyoruz.

Zira merhum Subhî es-Sâlih’in Ulûmu’l-Hadis’inde dile getirdiği gibi müsteşriklerin en meşhurlarından biri olan Goldziher, ikinci cildi Fransızcaya da tercüme edilen Muhammedanische Studien isimli eserinde (241-250) hadislerin hicrî ikinci asırda tedvin edildiklerine dair çokça delil getirmiş, aynı kitabın birinci faslında Aleyhissalâtü vesselam Efendimizin döneminde tedvin edilmiş sahifeleri zikrederek ilgili sahifelerin sıhhati hakkında şüphe uyandırıcı cümleler kurmuştur. Bununla maksadı, Efendimiz ﷺ ’in döneminde Sünnet’in hafızadan nakledilmiş olması üzerinden sünnet külliyatına ve hadis müktesebatına yönelik şüphe uyandırmak ve böylelikle o dönemden günümüze intikal ederek gelmiş olan rivayetlerin uydurma oldukları zannını zihinlere zerk etmekti.[1] Müsteşrikleri bu tarz iddialarla Sünnet külliyyâtı üzerinde şüpheler uyandırmaya sevk eden asıl sebep, onları da hayrete düşüren böylesine muazzam bir isnad sisteminin, bu sistemle sağlam şekilde korunup nakledilmiş olan hadislerden çıkarılan yüzlerce hükmün, tarih boyu bu uğurda sergilenmiş akıl ötesi gayretin ve hayrete düşüren müktesebâtın bir ümmî peygambere ait olamayacağını düşünerek içten içe duydukları kıskançlıktı. Zira onlar Aleyhissalatü vesselâm Efendimiz’in nübüvvetine inanmıyorlardı.[2]

Konumuz müsteşriklerin Sünnete yaklaşımı olmadığından meselenin o boyutuyla ilgili detay verme niyetinde değiliz.[3] Fakat bu yazıda münakaşasını yapacağımız husus da müsteşriklerin naklediliş keyfiyetinden hareketle hadisler üzerinde oluşturdukları şüphelerden mülhem bir iddiadır.[4] Oysa müstakim bir mümin meseleye, Allah ﷻ ’ın asla hevâsından konuşmayacağını beyan ettiği[5] Peygamber ﷺ’in sözlerinin ve dinin ikinci delil kaynağı olan sünnetinin de tıpkı Kur’an vahyi gibi Cenab-ı Hakk’ın hıfzu himayesiyle bugüne dek geldiği ve ilâ yevmil kıyam korunmaya devam edeceği şeklinde bakar. Zira hadislerin -velev ki manen bile olsa- sadece bu ümmete mahsus olan ‘isnad’ hâssası ile tahrif edilmeden geldiğine inanmak, dinin önemli bir bölümünün üzerine ibtina ettiği hükümlerin de bozulmadan geldiğine, ez cümle dinin tahrif edilmediğine inanmak demektir.

Prof Dr. Halis Aydemir bey ise, bu konuyu ele aldığı bir ders videosunun kısa bir kesitinde özet olarak, hadislerin topyekûn manen aktarıldığı ve bu sebeple üzerlerine akide bina etmenin, onlardan ahkâm çıkartmanın doğru olmayacağını dillendirmektedir. Bizler bu yazımızda Halis beyin mevzubahis ifadelerini aynen alıntılayacak ve olabildiğince kısa şekilde cevaplandırmaya gayret edeceğiz. Bunu yaparken maksadımız herhangi bir kişiyi durduk yere gündem etmek yahut sonuç vermeyecek bir tartışmanın içine girmek değildir. Bilakis maksadımız, asırlar boyu ümmetin hüccet telakki ettiği hadislerin hücciyetine dair şüphe niteliği taşıyan iddiaları cevaplandırarak hakkı ihkak etmektir. Yazımızda Halis beyin ifadelerini “iddia” bizim mülahazalarımızı ise “cevap” ifadesiyle zikredeceğiz.

İddia: Hadis lafızları bu denli üzerine yani ilk görünür anlamı bile sorgularsınız.

Cevap: Bu ifadeyi -sonrasından ayırarak- özellikle alıntılamamızın sebebi, Halis beyin, hadislerin tedvin ve tasnif aşamalarıyla maruz kaldıklarını iddia ettiği anlam kaymasından ziyade ‘ilk görünür anlam’ ile ilgili de bir sıkıntısının olduğuna dikkat çekme isteğimizdir. Zira Halis bey, -bu ifadelerinin siyak ve sibakından da anlaşıldığı üzere- hadis lafızları üzerinden yapılan istidlallere mesafeli yaklaşmakta ve bunun sebebini de manen aktarılmış oldukları iddiasına dayandırmaktadır. Ancak bütün bunlardan önce alıntıladığımız cümlede Halis bey, ilk görünür anlamın bile sorgulanması gerektiğini vurgulamaktadır. Öyleyse soralım: Nedir bu ilk görünür anlam? Bu sorunun cevabı olarak “Allah Resulü ﷺ’nün bizzat mübarek ağzından çıkan söz” olması ihtimali devreye girecektir. Bu durumda da Halis beyin asıl probleminin hadislerin nakliyle ilgili keyfiyetle değil de bizzat hadislerin delil olmasıyla ilgili olduğu ortaya çıkacaktır. Öyleyse bu problemini daha açık bir dille ifade etmesi gerekirken meseleyi dolaylı bir dille ele almasının ardındaki sebep nedir?

Bir diğer ihtimale göre bu ifadeyle maksat, -hadislerin tamamen manen aktarıldığı iddiasına göre- manen rivayeti ilk yapan kişinin naklettiği anlam olabilir. Bu ihtimale göre de şu sorunun cevaplanması gerekir: İlk anlam, dile vukûfiyetleriyle bilinen ve güvenilir olduklarında ümmetin icma ettiği sahâbeye ait bir aktarım olduğuna göre sorgulanacak olan nedir? Böyle bir şey akidesinden fıkhına birçok ahkâmı hadisler üzerinden istinbat edilmiş olan bu dinin asıllarında bir şüphe uyandırmaktan başka ne gibi bir fayda (!) tahsil edecektir? Ayrıca iddia edilen hususa zaten sahabenin birbirlerini tashih ettikleri sayılı birkaç rivayet dışında[6] misal verilebilmesi mümkün müdür? Olmadığına göre, Halis beyin istisnai durumları hadislerin yekûnuna ait bir vaziyetmiş gibi arz ederek zihin karışıklığına sebebiyet vermesi son derece yanlıştır.

İddia: Bir de bunun türevlerinin yol açtığı sonuçlarını falan üzerine giderseniz bu ifâdeler bütünüyle bütün hadisler için ve hadis ilminin bize net bir şekilde sunduğu bir sonuç olarak söylüyorum: manevidir. Yani anlamsal aktarımlardır bunlar, lafzî değil yani bu.

Cevap: Halis beyin bu ve ileride gelecek olan ifadelerinden, hadislerin mana ile rivayeti gibi tamamen teknik olarak ele alınması gereken bir meseleden ‘hadislerin aktarımında şüphe bulunduğu ve bu sebeple ihticâca elverişli olmadıkları’ çıkarımını yaptığı anlaşılmaktadır. Oysa bu mesele, asırlardır hadisleri gerek akidede gerekse fıkıhta belli kaideler zımnında delil olarak telakki eden ve kullanan ulemamızın tüm boyutlarıyla ele aldığı bir meseledir. Halis bey, ulemamızın ‘er-rivâye bi’l-ma‘nâ’ meselesi etrafındaki doyurucu tafsillerinden haberdar değilse malumatı olmadığı bir mesele hakkında konuşmuş olarak bir hataya düşmekte, haberdar ise meseleyi bilerek mihverinden saptırmakla daha büyük bir hataya imza atmış olmaktadır. Halis beyin iddiaları zımnında söyleyeceklerimizi şöyle sıralamamız mümkündür:

  1. Her şeyden önce hadislerin topyekûn mana ile rivayet edildiği meselesi Halis beyin iddia ettiği kesinlikte sabit bir şey değildir. Zira gerek sahabe ve gerekse tabiin içinde bazılarının manen hadis aktarımına cevaz vermedikleri nakledilmektedir. İmam es-Suyûtî, Tedrîb’inde[7] eimme-i erbaa,[8] Vasile b. el-Eska‘, Huzeyfe b. el-Yemân, Hasen-i Basrî, İbrâhim en-Neha‘î, eş-Şa‘bî, Amr b. Dînâr ve Vekî‘ gibilerinin manen rivayete cevaz verdiklerini zikretmektedir. Buna ilaveten Hatîb el-Bağdâdî el-Kifâye’sinde[9] Ubeyd b. Umeyr, Ebu Said el-Hudrî, Aişe, İbn Mesud, Ebu’d- Derdâ, İbn Ebî Necîh,  Amr b. Murre, Cafer es-Sâdık, es-Sevrî, İbn Uyeyne, Hammâd b. Zeyd, Yahya el-Kattân, Muhammed b. Musab el-Karkesânî (radıyallahu anhum ecmain) gibi isimleri de cevaz verenler arasında zikretmektedir. Keza İmam es-Suyûtî Tedrîb’inde[10] manen rivayete cevaz vermeyenlerin isimlerine de yer vermekte ve İbn Ömer, İbn Sîrîn, Sa‘leb, el-Kasım b. Muhammed, Reca b. Hayve, İbrahim b. Meysere, Malik ve Halil b. Ahmed gibilerini bunlar arasında zikretmektedir. Buradan da anladığımız üzere hadislerin külliyyen manen aktarıldığı şeklindeki iddia ispat edilebilecek bir iddia değildir. Zira hadislerin baş muhatapları ve râvîleri olan sahabe içerisinde manen hadis naklini tecviz etmeyen kişilerin bulunuyor olması bazı hadislerin lafzen nakledilmiş olduğunun delilidir. Dolayısıyla Halis beyin genellemeci ve kolaycı bir ifadeyle hadislerin topyekûn manen aktarılmış olduğuna dair iddiası tahkik edilmemiş bir savunudur.
  2. Bir değer mesele olarak, bugün elimizde mevcut olan hadis külliyyâtı içerisinde yer alan rivayetlerin kaçta kaçının lafzî ve manevi olduğu yahut diğer bir ifadeyle lafzen aktarılanların mı manen nakledilenlerin mi daha fazla olduğu sorusu gündeme gelecektir. Bu noktada asıl mühim olan şey, mana ile rivayetin hadislerin delil olmasında bir problem oluşturmamasıdır ki bu da gerek ilk dönem ravilerinin keskin hafızaları ve hıfz ile ilim ahzetmenin gelenek haline geldiği bir ortamda yetişmiş olmaları,[11] gerek hadis naklindeki titiz tutumları ve gerekse ulemanın manen hadis naklini sadece bu işi yapmaya salahiyetli olacak kişiler için caiz görmüş olması ve bunu belli şartlarla caiz kabul etmiş olması böyle bir güven probleminin mevcut olmadığının en bariz delillerindendir. Rivayetler incelendiğinde sahabeden birçoklarının hadisleri lafzen nakletmeye son derece titizlik gösterdiğini, sadece zaruret hasıl olduğunda manen nakilde bulunduklarını ve tabiinin de onların menhecini aynen takip ettiklerini göreceğiz.[12] Oran olarak manen rivayetlerin mi yoksa lafzen nakledilen rivayetlerin mi fazla olduğunu tespit etmek Halis beyin kısa yoldan verdiği sonuç kadar kolay değildir. Zira, bu sadette hadislerin topyekûn manen aktarıldığını iddia etmeden önce şu noktanın mutlaka aydınlığa kavuşturulması gerekir: Lafzen hadis aktarımından neyi anlıyoruz? Şayet lafzen hadis naklinden Kur’an ayeti gibi kelimesi kelimesine bir nakli anlıyorsak buna gerek var mıdır? Zira bu anlamdaki bir nakil, nazmının mu‘cizliği sebebiyle sadece Kur’an’a mahsustur. Ümmet içerisinde hiç kimse hadislerin lafzının mu‘ciz olmasını gerekçe göstererek harfi harfine aktarılması gerektiğini savunmamıştır.[13] Aksine mana bozulmadığı sürece -zaruret kapsamında- bunun en azından hadisler tedvin edilip belli kaynaklarda toplanıncaya kadar caiz olduğu görüşü cumhur ulema tarafından benimsenmiştir.[14] Hatta İmam eş-Şafi‘î, Allah Teâlâ’nın mahlukatına olan merhametinden dolayı Kur’an-ı Kerim’i yedi harf üzere indirdiğini, mana bozulmadığı sürece farklı lafızlarla da olsa -bir süreliğine- Kur’an’ın böyle okunmasını serbest kıldığını, bunun sebebinin insan zihninin her halükârda yanılabileceği olduğunu söylemekte ve buna göre Kur’an olmayan sözlerin (hadislerin) manen aktarılmasının evleviyetle caiz olduğunu tasrih etmektedir.[15] Ulema mana ile rivayetin cevâziyetini şöyle de delillendirmiştir: Şeriatın kitap ve sünnetteki hükümlerinin arap olmayan kişilere başka dillerle izah edilmesinin caiz olduğunda icma vardır. Elbette bunu her iki dile de vukufiyeti olan bir kişi yapacaktır. Durum böyle olunca sünnetteki bir kelimeyi bir başka dile çevirerek izah etmek caiz olduğuna göre yine arapça olan bir kelimeye çevirerek aktarmak evleviyetle caiz olacaktır.[16] Ayrıca bir diğer delil olarak şu da zikredilmektedir:[17] Cenab-ı Hak önceki ümmetlerin kıssalarını ve sözlerini onların dillerinin dışındaki bir dil olan arapça ile hikâye buyurmaktadır.[18] Ez cümle, hadislerin vahiy olması ile Kur’an vahyi arasındaki farkı görmezden gelerek hadislerin manen nakledilmiş olmasını yeni keşfedilmiş bir meseleymiş gibi gündeme getirerek bu nokta üzerinden hadislerin muhtelif konularda delil olarak kullanılmalarına halel getirecek bir unsurmuş gibi göstermeye çalışmak gayr-ı ilmî bir tavırdır.
  3. Halis beyin, hadislerin lafzen aktarılmasından maksadı Kur’an ayet-i gibi harfi harfine aktarılması ise ve böyle aktarılmadıklarından dolayı topyekûn tüm hadisleri manevi nakledilmiş sayıyorsa bu tarif, kendisinin de atıfta bulunduğu muhaddislerce benimsenmiş bir tarif değildir. Muhaddisler lafzî tevatür diye tarif ettikleri kavramdan bunu anlamamışlardır. Zira, ‘tüm ravilerin bir hadisi tek bir lafız üzere nakletmesi’ şeklinde tarif ettikleri[19] ve من كذب علي/“Her kim benim adıma yalan uydurursa” hadisi ile misallendirdikleri lafzî mütevatir rivayetler bile motamot nakledilmiş değildir. Zira bilenler bilmektedir ki ilgili rivayet farklı tariklerde aynı manaya gelecek olan muhtelif lafızlarla nakledilmiştir.
  4. Tekrar ifade edelim ki, hadislerin mana ile rivayeti meselesi yeni keşfedilmiş olan ve asırlardır ümmetin hadisleri her alanda delil olarak kullanmasını nakzedecek olan bir mesele değildir. Nitekim, bilhassa hadis ulemamız ulûmu’l-hadis alanında yazdıkları eserlerde mana ile rivayetin hükmü ve şartları gibi birçok meseleyi detaylı şekilde ele almışlardır. Ayrıca bu mesele üzerinden hadisler üzerinde oluşturulmaya çalışılan şaibeleri defetme ve meselenin gerçek veçhesini ortaya koyma maksadıyla konuya münhasır çalışmalar da yapılmıştır. Bu çalışmalar zümresinden olarak, Emin Muhammed el-Kudât’ın Hükmü Rivâyeti’l-hadîs bi’l-Ma‘nâ’sı, Abdürrezzâk eş-Şâycî ve Muhammed Seyyid Nuh’un, Menâhicu’l-Muhaddisîn fî rivâyeti’l-hadîsi bi’l-ma‘nâ’sı, Abdülaziz el-Câsim’in Hükmü rivâyeti’l-hadîs bi’l-ma‘nâ’sı, Abdülmecîd Beyrâm’ın, er-Rivâye bi’l-ma‘nâ fi’l-hadîsin Nebevî ve eseruhâ fi’l-fıkhi’l-İslâmî’si ve Üstad Muhammed Avvâme’nin, Rivâyetu’l-Hadîsi’ş-şerîf bi’l-Ma‘nâ beyne’l-hükmi’n-nazarî ve’l-vakı‘i’l-amelî’ si gibi birçok eser zikredilebilir. Dolayısıyla bu denli geniş tafsillerle üzerinde durulmuş bir meseleyi yeniden keşfetme edasıyla hadislerin manen rivayet edilmiş olmasını delil ittihaz edilmelerinde bir şaibe olarak göstermeye çalışmak ilmî bir tutum değildir.
  5. Hadis tarihine vakıf olanlar hadislerin -az bir kısmı müstesna- bahusus sahabe ve tabiin döneminde yazılmadığını, hıfzetmek suretiyle alınıp lafzen aktarılmaya çalışıldığını bilir.[20] Genel olarak yazıya geçirilmemesinin sebebi başta Allah Resulü ﷺ’nün “Benden Kur’an dışında bir şey yazmayın”[21] gibi hadisleridir.[22] Bunun hikmeti bağlamında, o dönemde vahy-i metlüvvün henüz tamamlanmış olmaması sebebiyle ayetler ile hadislerin karışma endişesi gibi sebepler zikredilmektedir. Bu demektir ki, ilk dönem hadis naklinin genel itibarıyla hıfz üzerinden olması yine Aleyhissalâtü vesselâm efendimizin emriyle olmuştur. Şu da bir hakikat ki, hadislerin hıfz üzerinden nakledilmesini sağlıklı bir şekilde ele alabilmek için o günün toplumundaki hıfzın ilim ahzetmedeki yeri ve sağlamlığı noktasını ıskalamamak gerekir. Zira, sahabe ve tabiinden birçoklarının sadece hadis değil umumi manada ilmin yazılmasına sıcak bakmamaları ilmin yazıya geçirilmesiyle hıfza olan itimadın azalması ve insanları gevşekliğe itmesi endişesinden dolayıydı. Bu çerçevede İbn Abdilber, ilmin yazılmasını hoş karşılamayan alimlerin bunu iki sebeple savunduklarını beyan etmektedir: a)- Kur’an’a benzeyen bir başka kitabın ortaya çıkmaması. b)- Yazan kişinin yazdığı şeye güvenerek ezberlemede gevşeklik göstermesi ve böylelikle ezbere dayalı ilmin azalması.[23] Şu halde, hadislerin hafızalardan nakledilmesi meselesini o günün ilim telakkisinin zaten hafızadan nakil olduğu gerçeğini atlayarak,[24] bugünkü ilim aktarımı üzerinden değerlendirmek büyük handikaptır. Zira kaynaklar bize o günkü ilim aktarımı geleneğinin zaten hafızaya dayandığını nakletmektedir. Hafızanın bu denli güçlü olduğu ve ezbere dayalı ilme bu kadar itimat edilen bir dönemde hadislerin hafızalardan -velev ki manen de olsa- nakledilmiş olması hadislere itimadımızı azaltacak bir husus olarak asla öne sürülemez.
  6. Sahâbe, hadisleri farklı lafızlarla nakletmiş olsa da bunun semereye yansıyacak bir farklılık olmadığı görülecektir. Ayrıca aralarında lafız farklılığı bulunmasına rağmen aynı noktaya temas eden hadislerden bazılarının farklı bir mecliste Resulüllah ﷺ tarafından başka bir lafızla tabir edilmiş olma ihtimali de göz ardı edilmemelidir. Bu ihtimali bir kenara koysak bile kaynaklarda yer alan rivayetler manen aktarılan hadislerin Halis beyin iddia ettiği şekilde bir itimatsızlık olarak telakki edilmediğini sarih şekilde ortaya koymaktadır. Nitekim tabiinden bazıları bir kısım sahâbîlerden hadis dinlediklerini, bu hadislerin lafzen farklı, manen aynı olduklarını ve bunun sebebini o sahâbîlere sorduklarında “Manasını bozmadıkça bunu yapmakta bir beis yoktur” cevabını aldıklarını nakletmektedirler.[25] Keza Mekhûl’ün, “Size hadisi manası üzere naklettiğimizde bu size yeter”[26] sözü ve Muhammed b. Sîrîn’in, “Hadisi on kişiden dinlerdim, lafız farklı, mana bir olurdu”[27] şeklindeki sözü bunu ispat edici mahiyettedir.  Bu gibi rivayetlerden de anladığımız üzere -muhtelif sebeplerden kaynaklanan mana ile rivayet- bir itimatsızlık sebebi sayılmamıştır.

İddia: Allah’ın elçisinden aktardığını söylediği şey adamın aklında kalan anlamlar ve bunun tek kişi üzerinden de geçtiğini değil birkaç kişi üzerinden geçebildiğini düşünün ilk kuşak ikinci kuşak üçüncü kuşak (burada birisi İbn Hibbân diyor) üçüncü kuşak itibarıyla yazıya dördüncü kuşak itibarıyla yazıya geçmeye ve ifade kalıpları oluşmaya başladı.

 Cevap: Hadislerin manen aktarımı ile ilgili gerek tarihçesi ve gerekse şartları müvâcehesinde okuma yapmamış olan biri Halis beyin bu iddiasını dinlediğinde, ilk dönemde hadis rivayetinin özensiz şekilde icra edildiği zannına kapılacaktır. Bu ise, hadis rivayeti hususunda son derece titiz davranmış olan sahabe ve tabiin devrindeki kişileri töhmet altında bırakmak manasını da tazammun edeceğinden dolayı büyük bir vebali üstlenmek olur. Oysa kaynaklarımıza baktığımızda en başta sahabenin ve sonraki nesillerin hadis naklinde ne denli titiz davrandıkları, aldığımız gibi aktaramayız düşüncesiyle hadis rivayet etmekten bile sakındıklarını görmekteyiz. İlgili rivayetlerden birkaçının burada serdedilmesi faydalı olacaktır:

  1. Ebu’l-Ğusn Basrî şöyle dedi: Medine’ye geldim ve Ömer (radıyallahu anh)’in azatlı kölesi Eslem’le karşılaştım. Ona “Bana Ömer (radıyallahu anh)’den bir şeyler naklet” dedim. Şöyle dedi: “Bunu yapamam. Ziyade veya noksan yapmaktan korkarım. Zira biz de Ömer (radıyallahu anh)’e “bize Resulullah ﷺ’tan bir şeyler aktar” dediğimizde bize “Bir harf ziyade yapmak veya eksiltmekten korkuyorum. Muhakkak ki Resulullah, “Kim bana yalan uydurursa o ateştedir” buyurdu” derdi.[28]
  2. Ka’b b. Abdirrahman’ın babası şöyle dedi: “(Sahabe’den) Ebu Katade’ye “Resülullah ﷺ’tan duyduğun bir şeyi bana naklet” dedim. O da bana “Lisanımın Resulullah ﷺ’ın söylemediği bir şeyi söyleyerek yanlışlık yapmasından korkuyorum. Zira ben Allah Resulü ﷺ’nü “Benden çok hadis nakletmekten sakının. Kim kasıtlı olarak benim üzerime yalan uydurursa ateşte oturacağı yere hazırlansın” dediğini duydum.” dedi.[29]
  3. Sayfi İbn Suheyb dedi ki: Ebu Suheyb’e “Neden arkadaşlarının naklettikleri gibi Resulullah ﷺ’tan (hadis) rivayet etmiyorsun?” dedim. “Ey oğulcağızım! Ben de onların işittiği gibi (Resulullah’ tan sözler) işittim. Lakin Peygamber ﷺ’den “Kim benim üzerime kasten yalan uydurursa kıyamet günü bir şehriyenin iki tarafını (n arasını) düğümlemekle mükellef tutulur ve bunu asla başaramaz” dediğini işitmem beni ondan hadis aktarmaktan alıkoyuyor” dedi.[30]
  4. Süleyman b. Ebi Abdillah şöyle dedi: Suheyb bize “Gelin size savaşlarımızdan (bir takım hadiseler) aktarayım. Ama “Resülullah şöyle buyurdu” ya sıra gelince bu olmaz” dedi.[31]
  5. Amir b. Abdillah der ki; Zübeyr b. Avvam’a “Falancaların naklettikleri gibi seni Resulüllah ﷺ’tan hadis naklederken hiç duymuyorum” dedim. Bana “Ben ondan hiç ayrılmadım. Fakat ben onun “Kim benim üzerime yalan uydurursa ateş’te oturacağı yere hazırlansın” dediğini duydum” dedi.[32]
  6. Enes b. Malik şöyle demiştir: “Şayet hata etmekten korkmasaydım size Resulullah ﷺ’tan işittiğim bir takım şeyleri haber verirdim. Fakat O şöyle buyurmuştur: “Kim benim üzerime yalan uydurursa ateşte oturacağe yeri hazırlansın.”[33]
  7. Yine Enes b. Malik demiştir ki; Size Resülullah ﷺ’tan çok hadis rivayet etmekten beni engelleyen şey; Allah Resülu’nün “Kim benim üzerime kasıtlı yalan uydurursa Ateş’te oturacağı yere hazırlansın.” buyurmuş olmasıdır.”[34]
  8. Ebu Hureyre t hadis rivayet ettiğinde Resulullah ﷺ: “Her kim benim üzerime kasten yalan uydurursa ateşte oturacağı yere hazırlansın” buyurdu” derdi.[35]
  9. Saib b. Yezid’ den rivayet edilmiştir ki o şöyle demiştir: Sa’d b. Malikle Mekke’den Medine’ye (kadar) beraber oldum. Onu Resulullah ﷺ’tan tek hadis rivayet ederken duymadım.[36]
  10. İmam eş-Şa’bi şöyle demiştir: İbn Ömer (radıyallahu anh)’le bir sene beraber oldum. Ve onun Resulullah ’tan bir şey rivayet ettiğini duymadım.[37]
  11. Hz. Ömer kendi döneminde hadis rivayetinin az yapılmasını teşvik etmiştir. Bundan dolayı Ebu Seleme, Ebu Hureyre (radıyallahu anh) ’ye “Sen Ömer (radıyallahu anh)’in zamanında da böyle hadis rivayet ediyor muydun?” dediğinde “Size naklettiğim gibi Ömer (radıyallahu anh) ’in zamanında da hadis rivayet etseydim beni kamçısıyla döverdi” cevabını almıştır.[38]
  12. Hz. Ali (radıyallahu anh) de kendi zamanında münker rivayetlerin nakledilmesini alıkoymuş ve meşhur rivayetlerin nakledilmesini teşvik etmiştir.[39]

Bu gibi rivayetlerden de anladığımız üzere selef, hakkını verememe korkusuyla ya hadis rivayetinden imtina etmiş ya da bu işi üstlendiğinde akıl almaz bir ciddiyetle ifa etmiştir. Zikrettiklerimize ilaveten Ebu Eyyûb el-Ensâri hazretleri gibi sahâbîlerin bir tek hadisi işittiği şekilde nakledebilmek için Medine’den Mısır vb. şehirlere seyahat etmiş olmaları hadis naklindeki tesebbüte ne denli önem verdiklerinin ayrı bir delilidir. Makalenin uzamaması için bu tarz rivayetleri zikretmeyeceğiz. Bu mevzudaki örnek rivayetleri görmek isteyenler Hatîb el-Bağdâdî’nin er Rıhle fî talebi’l-hadîs’inin ilgili bölümüne[40] bakabilirler. Ayrıca sahâbenin sünneti nasıl tedvin edip kaydettikleri, birbirlerine gönderip müzakere ettikleri ve kendilerinden sonraki nesillere bunu tavsiye ettiklerine dair misaller de Muhammed b. Matar ez-Zehrânî’nin Tedvînu’s-Sünne’sinin ilgili bölümünden[41] mütalaa edilebilir.

Bütün bunlara rağmen yine de zihinlerde şöyle bir istifhamın oluşması mümkündür: Her ne kadar selef, hadis rivayetinde bu denli titiz davranmışsa da insan zihninin yanıltıcı olması, hafızaya vehmin arız olabilmesi gibi ihtimaller göz ardı edilemez. Buna göre, manen nakledilen hadislerde kusur oluşma ihtimali halen mevcut değil midir? Bu sorunun cevabı mahiyetinde Muhammed Avvâme hocamız, bu ihtimalin hadis rivayetinin mevcut sistematiğinde bulunan kontrol mekanizmasıyla rahatlıkla tespit edilebileceğini ve engellenebileceğini söylemektedir. Buna göre bu sistematiğin mevzu bahis ihtimali engelleyecek mekanizmaları şunlardır:

  1. Sahabe ve tabiin Allah ﷻ’ın dinini Resulüllah ﷺ’tan nakletme hususunda son derece takva olan şahsiyetlerdi. Bu takva ve haşyetleri onları rivayetleri cezmen/kesinlik üzere nakletmekten dahi alıkoyuyordu.
  2. Tahammül ettikleri şeyi nakletmek hususunda son derece titiz olan şahsiyetlerdi. Öyle ki, onların bu noktayla ilgili numune babında bizlere aktarılan haberleri bu titizliklerinin bir menhec olarak tamamı tarafından benimsendiğini yoksa belli fertlere mahsus bir tutum olmadığını göstermektedir.
  3. Onlar öğrendikleri malumatı müzakere ederek pekiştirmeyi adet haline getirmiş olan şahsiyetlerdi. Bu tutumları da onları ilmî nakillerde hataya düşmekten koruyan çok mühim bir unsurdur.
  4. Tüm bunlara rağmen yanlış olarak nakledilmiş olma ihtimali olan çok sayıdaki rivayetlerin diğer rivayetlerle mukayese edilerek ayıklanmış olması da son derece önemlidir. Nitekim muhaddisler bunu ilel kitaplarıyla ve tahriç çalışmalarıyla üstlenmişler, fakihler de bu işlevi rivayetler arasındaki tercihlerinde ve ictihadlarında icra etmişlerdir.[42] Manen yanlış olan bir hadisin böylesine muazzam bir şekilde tesis edilmiş olan bir sistem ve mekanizmanın eleğinden geçerek ihticaca elverişli kabul edilmiş olması neredeyse mümkün değil, muhal kabilindendir.

Ayrıca bu mahalde dikkat çekmemiz gereken en önemli hususlardan biri de hadis rivayetine cevaz veren alimlerin bunu mutlak anlamda herkes için caiz kabul etmedikleridir. Zira, hadisi rivayet edecek olan kişinin dile vakıf olan bir kişi olması ve manen aktardığı söz ile aslî olarak dinlediği söz arasında bir farkın olmadığından emin olacak bir kişi olması ittifakla şarttır. Buna göre, hadisi manen nakledecek olan kişinin arap dilini bilen, kelama yönelik üsluplarda mahir olan, terkiplerin husûsî özelliklerinden ve sözün mefhumlarından haberdar olan bir kişi olması şarttır. Ta ki, sözde ziyade veya noksan yaparak bir hataya düşmesi söz konusu olmasın.[43] Aksi takdirde lafızları ve manalarını, lafızlar arasındaki farklılıkları bilmeyen birinin manen hadis rivayet etmesi caiz değildir.[44]

Şu da üzerine parmak basılması gereken bir husustur ki, mana ile rivayetin çok daha fazla kendini gösterdiği hadisler metnen uzun olan hadislerdir. Yoksa, Kur’an-ı Kerim gibi bir kitabı ezberleyip nakleden sahabe için cevâmi‘u’l-kelim kabilinden olan kısa metinli hadislerin lafzen nakledilmesi son derece kolay bir iştir. Bu nokta bu kadar barizken, Halis beyin hiçbir tahkike ihtiyaç duymaksızın hadislerin tamamına yönelik ‘kolaycı’ ifadeler kullanması ilmî sorumluluk mefhumuyla asla bağdaşmayacak bir davranıştır.

İddia: Dolayısıyla bu kelimelere bu ifadelere lafzi boyutuyla özellikle çok fazla istinad edip yorum oluşturmak hele hele itikat oluşturacak düzeyde bunları önemsemek hadisçilerin yapmadığı bir şey yani. O başkalarının yaptığı bir şey.

Cevap: Halis bey, sahabe ve tabiin dönemindeki hıfz seviyesinin ne olduğu, ilk dönem ricâlinin hadisleri nakletmekte ne denli ihtiyatlı hareket ettiklerine dair kaynaklarda mevcut geniş malumatı bir kenara bırakarak meseleye ‘duygusal’ ve ‘realiteye aykırı’ bakmayı tercih etmektedir. Hadisler hakkında kapıldığı hissî duygular kendisini o raddeye getirmiştir ki, ulûmu’l-hadis alanında ehl-i küfrü bile hayrete düşürecek nitelikteki muazzam mekanizmayı ve müktesebatı tesis edip bizlere emanet eden selef-i salihînin hadisleri naklediş keyfiyetini bugün ‘kulaktan kulağa’ ismiyle maruf oyuna benzeterek misallendirmektedir. Zira her ne kadar kendisi saraheten böyle bir teşbihte bulunmuyorsa da şu cümleleriyle ortaya koyduğu tasvir tam olarak bu tabloyu resmetmektedir.

Halis bey hadislerin nakledilişinin, bahsini yaptığımız oyunda olduğu gibi ilk söylenen sözün son duyulan sözden tamamen farklı olması şeklinde olduğunu öne sürmektedir.Bu sebeple bugün hadis kaynaklarımızda yer alan lafızlara fazlasıyla önem atfedip hele hele üzerlerine akide bina etmenin son derece yanlış olduğunu öne sürmektedir. Bu durumda Halis beyin ivedilikle yapması gereken şey, bu iddiasını müşahhas hadisler üzerinden ispat etmektir. Halis bey bize, manen aktarılan ve kendisinde manayı ihlal edici durum olmasına rağmen ulemanın alıp akidede delil olarak kullandıkları bir tek hadis gösterebilir mi? Oysa akide ve hadis ilmiyle iştiğal edenler de bilirler ki, akidenin aslî meselelerinde delil olarak kullanılacak hadislerin sübûten ve delâleten kat’î olma zorunluluğu vardır. Üstelik bu kaide bizatihi hadisleri akidede delil olarak kullanan ulemanın vazetmiş olduğu bir kaidedir. Ve yine ehline malumdur ki ulema, manen nakledildiği halde senedinde veya metninde ızdırab bulunan, mahfuz rivayetlere muhalefeti sebebiyle şaz olan rivayetleri akidede asla delil olarak kullanmamış bilakis sened ve metin tenkidi sistematiğini işleterek ilgili hadislerin ihticaca elverişli olmadıklarını beyan etmişlerdir.

Öte yandan Nüzûl-i İsa meselesinde olduğu gibi, manen nakledildiği halde kadr-i müşterek olarak bir hakikati ispat eden manevi mütevatir rivayetleri ortak noktaları tevatür seviyesine ulaştığı için delil olarak kullanmışlardır. Halis bey bize buna mâni olacak gerek aklî gerek naklî herhangi bir delil getirebilir mi? Haber-i vâhidler de akidenin tâlî meseleleri olarak tavsif edilen meselelerde kullanılmıştır. Zira bu meseleler iman-küfür meselesi olmadığı için ve zan ile itikat bu hususlarda yeterli olduğu için haber-i vahidlerin delil olarak kullanılması yeterli kabul edilmiştir.

Tüm bunlar ortadayken ve hadisin naklediliş keyfiyetinde manayı ihlal edici bir unsur varsa ilgili hadisin hem isnaden hem de metnen tenkidini en ince detaylarına kadar yapan, o hadisin farklı birçok tarikten gelen lafızlarıyla şaz olan lafzı mukayese yaparak mercûh olan rivayetleri hadis hadis ortaya koyan ulemayı hiç tahkik etmeden bulduğu hadislerle akide belirleyen kişiler olarak tavsif etmek ilimle, izanla, insafla bağdaşmaz.

Bir diğer husus olarak soralım: Halis bey’in iddiasında yer alan ve hadislerle itikat belirlemeyen muhaddisler kimlerdir? Halis bey bunları bize isim isim zikredebilir mi? Zira bizim muhaddis dendiğinde aklımıza gelen neredeyse her isim hadislerle akidede ihticac etmektedir. Misalen, İmam Buhari, Sahîh’indeki “Kitabu’l-İman” bölümünde onlarca hadis nakletmekte ve bunlardan akidevî hükümler çıkartmaktadır. Keza bu söylediğimiz Sahih’inin “Kitâbu’l-Kader” bölümü için de geçerlidir. Aynı şekilde İmam Müslim’in Sahîh’i, Tirmizî’nin Sünen’i,  İmam Nesâî’nin Sünen’i, İbn Mâce’nin Sünen’i, Hakim’in el-Müstedrek’i, İbn Hibbân’ın Sahih’i gibi bir çok temel hadis kaynaklarında “Kitâbu’l-Îman” başlığı altında onlarca rivayetin zikredildiği rahatlıkla görülecektir.

Hadislerin manen nakledilmiş olmasından dolayı muhaddislerce akidede delil olarak kullanılmadığını “hadisçilerin yapmadığı bir şey” sözüyle dile getiren Halis bey, muhaddislerin hadisle alakalı kaynakların “İman” bölümlerinde naklettikleri hadisler bir yana, bu hususta müstakil kitaplar dahi telif ettiklerini görmemiş midir? Nitekim el-Kâsım b. Sellâm’ın Kitâbu’l-Îmân’ı, Ebubekir İbn Ebî Şeybe’nin Kitâbu’l-Îmân’ı, İbn Mende’nin el-Îmân’ı, Buhârî’nin Halku Ef’‘âli’l-İbâd’ı, İbn Huzeyme’nin et-Tevhîd’i, Dârekutnî’nin Ru’yetullâh’ı, İmam el-Beyhakî’nin el-Esmâ ve’s-Sıfât’ı şimdilik ilk akla gelenler. Her ne kadar ulema İbn Huzeyme’nin et-Tevhîd’i gibi eserler içerisinde teşbih-tecsim gibi akidevî çıkarımların bulunduğunu söylese de muhaddislerin iman meseleleriyle ilgili hadisler üzerinden istidlal babında müstakil eserler telif ettikleri gün yüzü gibi aşikâr bir hakikattir. Hadislerin akidede muhaddis imamlar tarafından delil ittihaz edildiklerine dair bu kadar bariz örnekler mevcut iken, Halis beyin bu olayı “hadisçilerin yapmadığı bir şey” olarak nitelemesi ya meseleyi bilmediğini ya da bilerek çarpıttığını ortaya koymaktadır. Şu hâlde Halis beyin, manen aktarılışından doğan lafız farklılıklarını gerekçe göstererek hadisleri akidede delil almayan ‘hadisçiler’ le kimi kastettiğini deklare etmesi boynunda bir borç olarak durmaktadır.

İddia: Hadisçiler hadisi olabildiğince esnek gören diğer tariklerdeki zaten rengarenk halini bilen kimseler. Dolayısıyla da ilgili tarikleri Allah’ın elçisine aynı hadisin ulaşan bütün tariklerini bir arada değerlendirmeyi ve lafzın manevi bir lafız olduğunu, lafzi olmadığını bilerek bu kadar itinalı olduğunuz bir metne karşı nasıl bunu kalkıp âyetin önüne koyacaksınız?

Cevap: Halis bey, konuyu tam da burasında farklı bir boyuta taşıyarak müşahhas olarak belirtmediği birilerini hadis kaynaklarındaki hadisleri Kur’an’ın önüne geçirmekle itham etmektedir? Öyleyse yine soruyoruz: Hadisleri Kur’an’ın önüne geçiren zümre kimdir? Zira tüm müminler hadislerin Kur’an’dan sonraki ikinci kaynak olduğunda ittifak etmişlerdir. Kaldı ki, bu kaynak sıralamasının da hadislerin lafzî veya manevi nakledilmesiyle bir ilgisi bulunmamaktadır.

 İddia: Elbette ki bunu ayetin gölgesinde kendi içerisinde bir yeknesaklık sunduğu ölçüde sahada var namaz ibadeti Allah’ın elçisi ile ilgili anlatımlar da var. Biri birini o denli çok yerden destekliyor ki bir tarihçi nazarıyla bakıp bu uygulamayı Allah’ın elçisinin yaptığı şekliyle yapmaya yönleniyorsunuz. Ama öyle noktasal birkaç rivayet hele hele Kur’an’la çatışır hele hele itikadi boyuta sıçrarsa orada hadisçiler duruyor, ama başkaları bakıyorsunuz yürüyor, hadis üzerinden itikat çıkarıyor.

Cevap: Halis bey bu kez de hadislerin manen nakledilmiş oldukları ve bu sebeple üzerlerine akide veya fıkıh bina edilemeyeceği görüşüyle açtığı meseleyi hadislerin Kur’an’la çelişmesi meselesine getirmiştir. Bugün, ulema tarafından kabul görmüş, dinin akidevî noktadaki esası sayılabilecek meselelerin dayanağı olan birçok hadisin bu gerekçe sebebiyle reddedildiğine şahid olmaktayız. Modern arz usulü olarak tabir ettiğimiz bu çarpık metod, hadislere tamamen ideolojik ve ön yargılı yaklaşarak hevâlarına uyanları kabul edip, uymayanları uydurma sayma ameliyesine dönüşmüştür.

Günümüzde Kur’an ayetlerini hevâlarına göre tevil ederek modernist görüşleri savunanların, Kur’an’a muhalif buldukları hadisler esasen kendi Kur’an anlayışlarına muhaliftir. Onlar ise hem bu kaideyi istismar ederek hem de çeşitli söz kalabalıklarıyla bu hadisleri reddetmelerini Kur’an’a zıt olmaları şeklinde gerekçelendirmektedirler. Halis bey de bu sadette, muayyen olarak belirtmediği hadislerin Kur’an’a muhalif olmaları gerekirken yine belirsiz olan kişiler tarafından delil olarak kullanılmalarından dem vurmaktadır. Halis beyin Kur’an’a muhalif olduğunu söylediği hadisler hangileridir? Şayet ulemanın muhalif bularak reddettiği hadisler ise bu sadece hadislerin manen nakledilmesiyle ilgili bir husus olamaz. Bunun daha birçok başka sebepleri de vardır. O halde Halis beyin, hadislerin manen nakledilmiş olmalarından hareketle Kur’an’a muhalif olduklarını savunması gerçeği yansıtmayan bir iddia olarak kalacaktır.

İlaveten şunu da söylemeliyiz: Bir hadisin Kur’an’a muhalefetini Halis beye göre kim belirleyecektir? Eğer ulema belirleyecekse, onlar zaten hadis rivayetlerinin tamamına yönelik gerek senet gerekse metin açısından mülahazalarını ortaya koymuşlar ve hadis olarak nakledilen rivayetler arasında bu anlamda bir ayıklama yapmışlardır. Yok eğer bunu belirleyecek olan Halis beyin kendisi ise, bu, indî bir yaklaşım olmaktan öteye geçmeyecektir. Zira ona göre Kur’an’a muhalif olan bir rivayet bir başkasına göre pekâlâ Kur’an’a uygun olabilir. Nitekim ümmetin cumhurunun ittifakla kabul ettiği Nüzûl-i İsa rivayetlerini hiçe sayarak[45] bu görüşünü tamamen sübjektif mülahazalarla desteklemeye çalışan da kendisinden başkası değildir.

 Yine birçok muhaddisin sabittir dediği “yetmiş üç fırka” rivayetini de gayr-ı ilmî ve duygusal yorumlarla mihverinden saptırarak manipüle eden de kendisidir. Halis bey de, günümüzde muhtelif sahih rivayetleri kendi yaşadıkları hayata, düşünce sistemlerine, ideolojik saplantılarına, Kur’an anlayışlarına aykırı bularak reddeden sünnet münkirleri gibi kendi yaklaşımına aykırı bulduğu hadisleri reddetme kılıfı olarak ‘Kur’an’a aykırılığı’ kullanmaktadır. Öyle ki, yetmiş üç fırka hadisini reddetme sadedinde rivayetin bağlamını ve muhtevasını tam kavramaya çalışmak yerine anlamını manipüle etme yoluna gitmiş ve nihayetinde şu talihsiz cümleyi kurabilmiştir: ‘Biz bunu ayet bile olsa aklen reddederiz.’[46] Anlaşılan o ki, Halis bey hadisleri anlama yoluna gitmektense anlamlandırma yoluna giderek fikriyatına uygun olanı alma, uygun olmayanı da atma menhecini tesis etmeye davet etmektedir. Bunu da mevcut kaynaklarımızda yer alan hadislerin topyekûn manevi oldukları şeklindeki kolaycı ve tahkik edilmemiş teziyle desteklemeye çalışmaktadır.

Ez cümle, Halis beyin yukarıdaki cümlesinde ‘başkaları’ olarak tabir ettiği kimseler ‘ulemamız’ ise, – ki ilgili hadisler üzerinden akide çıkaran onlardır- ulemamızın Kur’anla çelişen rivayetlerle akidede istidlal ettikleri iddiası bühtandır, iftiradır. Elinde buna dair misal olarak getirebileceği rivayet varsa buyursun, kamuoyuyla paylaşsın. Aksi takdirde bu iddiası tamamen mesnetsiz konuşmaktan ibaret kalacaktır.

 İddia: Hatta hadis üzerinden yaşam felsefesi çıkaran var yani bir tek bir hadis onunla adam çığır açmış cemaat kurmuş da veya işte bir hareket kurgulamış da ve bunun üzerine yani yeni bir din oturtmuş diyebilirsiniz. Böyle olabilir mi?

Cevap: Hadisler üzerinden yaşam felsefesi çıkartmaktan maksat Resulüllah ﷺ’ın fiillerini taklit etmek ve hayatını bütünüyle onun yaşantısını hikâye eden rivayetlere göre tanzim etmek ise bunu asırlar boyu bütün bir ümmet yapmıştır ve yapmaktadır. Ve bu meselenin de manen rivayetle uzaktan yakından bir ilgisi yoktur. Zira ulemanın da ifade ettiği üzere manen rivayet meselesi sadece kavlî hadisler bağlamında ele alınmıştır. Resulüllah ﷺ’ın fiil ve takrirleri elbette ki sahabenin aktarımlarıdır, böyle olmak zorundadır. Ümmet topyekûn şemail ve âdab-ı muaşeret kitaplarında hadis rivayetleriyle amel etmiş, yaşam tarzlarını bu rivayetlere uyarlamaya çalışmış, Halis beyin ifadesi üzerinden gidecek olursak bunlar üzerinden ‘yaşam felsefesi’ edinmiştir. Nitekim, Kur’an-ı Kerim bize Resulüllah ﷺ’ta Allah ‘a ve ahiret gününe kavuşmayı umanlar ve Allah ﷻ’ı çok zikredenler için güzel bir örnek olduğunu haber vermektedir. O halde Kur’an’ın bu tavsiyesine uymak isteyerek Resulüllah ﷺ’ı hayatının tüm boyutlarında taklit etmek isteyen biri ne yapacaktır? Kur’an-ı Kerim’e baksa tüm tafsilatı orada bulamayacağına göre sünnet külliyatına bakması gerekecektir. Bir müminin bu düşünceyle elde mevcut sünnet külliyyâtını hazmederek özümsemesi ve tatbike dökmesi Kur’an’ın bu tavsiyesine uymaktan başka bir şey değildir. Varsın Halis bey bu durumu, naklediliş keyfiyetlerini problemli gördüğü hadisler üzerinden ‘yaşam felsefesi çıkartmak’ cümlesiyle tenkit etsin!

Halis bey bu hadislerle amel ederek çığır açanları da unutmamış, yâd etmiştir. Garip olan şu ki, bu hatırlamayı tenkit babında yapmıştır. Oysa dönüp tarihe bir bakıverse, tüm müminlerin kendisiyle iftihar ettiği Fatih Sultan Mehmed Hân’ın İstanbul’u fethederek çağ açıp çağ kapatmasının, büyük bir çığır açmasının ardında yatan saikin de, nakledilme keyfiyetlerinde problem gördüğü hadislerden biri[47] olduğunu görecektir.

Son olarak yeri gelmişken Halis beyin bir ifadesini de mercek altına almamız gerektiğini düşünüyoruz: Halis bey bu cümlesinde hadis üzerinden cemaat kuran zümrelerden de bahsetmektedir. Yine soracağız: Kimdir bu cemaat (ler)? Hangi hadis üzerinden nasıl bir cemaat kurmuşlar? Bunu tenkit babında getirdiğinize göre bu cemaat (ler) hadis (ler)i istismar ederek, manipüle ederek, insanları kandırarak cemaat kurmuş (lar). Halis beyin bu ifadeleriyle kastı tarihte veya günümüzde yaşamış bazı sapkın fırkaların hadisler üzerinden kendi lehlerine fasit bir menhecle delil getirmeleri ise bu müsellemdir.

Ancak bu ifadeleriyle kastı, farklı konuşmalarında göndermede bulunmayı eksik etmediği günümüzdeki cemaatler ise hangi müstakim cemaatin, tarikatın bunu yaptığını da deklare etmesi gerekir. Zira Halis bey, -bazı meslektaşı sair akademisyenlerin diliyle- cemaatleri böyle bir töhmet altında bırakmakla kalmamakta bilakis zımnen tekfir de etmektedir. Nitekim ‘yeni bir din oturtmuş’ sözünün zahiri açıkça bu manaya delalet etmektedir. Hazin ve garip olan şudur ki, genellikle kendileri bu gibi galiz ithamlarla başkalarına kibarca saldırmayı ahlakîlik sayarken, başkalarının kendilerini tenkit etmelerini saldırganlık addetmektedirler.

Bu çifte standartlı tutuma dışarıdan bakan birinin ‘bu terazinin kaç kefesi var?’ diye sorarak taaccüp etmemesi mümkün müdür? Ahlâkîlik, tamamen sübjektif görüşlerle yorumladığınız bir mesele üzerinden başkalarını ‘yeni bir din oturtma’ ile itham ederek zımnen -belki sarahaten demeliydim- tekfir etmek midir?

Sonuç Yerine 

Yazımızda, Halis beyin hadislerin naklediliş keyfiyetiyle ilgili iddialarının ne tarihi açıdan,  ne de hadis ilmi zaviyesinden mesnedi olan iddialar olduğunu kısa bir şekilde izah etmeye çalıştık. Ve gördük ki, hadislerin manen nakledilişi bütün bir ümmet tarafından kontrol altına alınmış, kaideleri vazedilmiş, tedvin sonrası ise yasaklanmış olan bir ameliyedir. Ayrıca ilk dönem hadis naklinin nasıl icra edildiğini tahkik üzere incelendiğinde lafzî rivayetin azımsanamayacak ölçüde ön planda olduğu görülmektedir. Durum bu iken, hadislerin manen nakledilişini, manen nakilden neyi anlamamız gerektiğini ortaya koymadan, hadis rivayetleri üzerinde istikrâî bir araştırma yapma zahmetine girmeden cüzâfî cümlelerle tüm hadislere teşmil etmek gayr-ı ilmî ve gayr-ı ciddi bir tutumdur. Son olarak bilmemiz gereken şudur: Sahabeden bugüne ümmet uleması sünnetin tedvini ve hücciyyeti bağlamında ne yapılması gerekiyorsa fazlasıyla yapmışladır. Mesnetsiz mülahazalarla hadisler üzerinde yeni bir şeyler söylüyormuş gibi bir tavra bürünmek güneşi balçıkla sıvamaya çalışmaktan farksızdır.


[1] Bkz. Subhî es-Sâlih, Ulûmu’l-Hadîs ve Mustalahuhû, Yayınevi, Tarih: Yok, s. 34

[2] Bkz. Sa‘d el-Mersafi, el-Müsteşrikûn ve’s-Sünne, Müessesetu’r-Reyyân, Beyrut, Lübnan, s. 19

[3] Konuyla ilgili güzel bir çalışmayı mütalaa için bkz. Muhammed Behâuddîn, el-Müsteşrikûn ve’l-Hadîsu’n-Nebevî, Daru’n-Nefâis, Ürdün, 1999, Baskı: I

[4] Aynı iddia üzerinden yürüyen meşhur bidat ehli Ebu Reyye de, hadislerin sahabe tarafından aslını unutmaları ve duydukları zaman ile rivayet ettikleri zaman arasındaki uzun müddet nedeniyle manen nakledildiğini ve bunun da dinde tahrife neden olduğunu söylemektedir. ( Mahmud Ebû Reyy, Edvâ ale’s-Sünneti’l-Muhammediyye, Daru’l-Me‘ârif, Baskı: VI, s. 88) Muhammed Ebu Şehbe bu iddiaları güzel bir şekilde cevaplandırmıştır. (Bkz. Muhammed Ebû Şehbe, Difâ‘ ani’s-Sünne, Mektebetu’s-Sünne, s. 55)

[5] Necm, 3

[6] Bu rivayetlerin örnekleri için İmam ez-Zerkeşî’nin el-İcâbe’si yahut Ş+ah Veliyyullah ed-Dihlevînin Hüccetulâhi’l-Bâliğa’sı ve el-İnsâf’ına bakılabilir.

[7] Celâluddin es-Suyûtî, Tedrîbu’r-Râvî fî Şerhi takrîbi’n-Nevâvî, Thk: Muhammed Avvâme, Daru’l-Minhâc, 1437, Baskı: I, IV/426 vd.

[8] Dört mezheb imamına yapılan bu nisbenin tahriri için bkz. Muhammed Avvâme, Rivâye-tu’l-hadîsi’ş-Şerîfi bil-Manâ‘ beyne’l-hükmi’n-nazarî ve’l-vakı‘i’l-İlmî, Daru’l-Minhâc, Cidde, 2017, Baskı: I, s. 8-12

[9] el-Hatîbu’l-Bağdâdî, Ebubekir Ahmed b. Ali, el-Kifâye fî İlmi’r-Rivâye, el-Mektebetu’l-İlmiyye, Medine-i Münevvere, s.203 vd.

[10] es-Suyûtî, Tedrîbu’r-Râvî, IV/434

[11] İmam es-Sehâvî, el-Cevâhir ve’d-Dürer’inde, arapların hıfz/ezber konusunda ayrıcalıklı olduklarını, hıfzetmeye çok yatkın yaratıldıklarını belirterek bazı misaller zikretmektedir. Bu misaller cümlesinden olarak, Abdullah b. Abbas, Ömer b. Ebî Rebî‘anın kasidesini bir dinlemede ezberlemiştir. İbn Şihâb ise, bazen pazara çıktığını ve kötü söz duyup da aklında kalmaması için kulaklarını tıkadığını söylemektedir. İmam es-Sehâvî ilgili eserde bu hususu zikrettiği başka misallerle geniş şekilde tafsil etmektedir. (Bkz. Şemsuddin es-Sehâvî, el-Cevâhir ve’d-Dürer fî Tercemeti Şeyhi’l-İslâm İbni Hacer, Daru İbn Hazm, Beyrut, 1419, Baskı: I, I/85)

[12] Muhammed Accâc el-Hatîb, es-Sünne Kable’t-Tedvîn, Yayınevi, Tarih: Yok, s. 126-127

[13] Sahabenin hadis nakli faaliyetini anlatan Tahir el-Cezâirî, Allah Resulü ﷺ ’nden duydukları hadisleri takatleri nispetinde lafzen naklettiklerini, mümkün olmadığında manayı koruyacak şekilde manen aktardıklarını belirterek şöyle demektedir: فَإِن الْمَقْصُود بِالْحَدِيثِ هُوَ الْمَعْنى وَلَا يتَعَلَّق فِي الْغَالِب حكم بالمبنى /Zira hadisle maksud olan şey sadece manadır. Çoğu zaman hüküm lafızla alakalanmaz. (Bkz. Tahir el-Cezâirî, Tevcîhu’n-Nazar ilâ Usûli’l-Eser, Mektebu’l-Matbû‘âti’l-İslâmiyye, Halep, 1416, 1/45) İbnu’s-Salâh’ın bu konuda, sahabe ve ilk dönem ravilerinin bir iş hususunda anlatmak istedikleri aynı manayı farklı lafızlarla nakledip anlattıkları, bunun sebebinin de onların asıl önemsedikleri şeyin lafız değil mana olduğu şeklindeki tespiti de buna paralel bir beyandır. (Bkz. İbnu’s-Salah, Ebu Amr Osman b. Abdirrahman, Mukaddime, Mektebetu’l-Fârâbî, 1984, Baskı: I, S.120)

[14] Bkz. Mahmud Tahhân, Teysîru Mustalahi’l-Hadîs, Mektebetu’l-Me‘ârif, 1425, Baskı:X,  s. 212

[15] Bkz. eş-Şâfi‘î, Ebu Abdillah Muhammed b. İdris, er-Risâle, Mektebetu’l-Halebî, Mısır, 1358, Baskı: I, s. 270

[16] Ali el-Kârî, Şerhu Şerhi Nuhbeti’l-Fiker, Daru’l-Erkam, Beyrut, s. 497

[17] İbn Receb el-Hanbelî, Şerhu İleli’t-Tirmizî, Mektebetu’l-Menâr, Ürdün, 1407, Baskı: I, s. 428

[18] Mana ile hadis rivayetine cevaz verenler ile vermeyenlerin öne sürdükleri delillerin karşılıklı mütalaası için bkz. Abdullah b. Yusuf el-Cedî‘, Tahrîru Ulûmi’l-Hadîs, Müessesetu’r-Reyyân, Beyrut, 1424, Baskı: I, I/283

[19] Bkz. es-San‘ânî, Muhammed b. İsmâil, İcâbetu’s-Sâil Şerhu Buğyeti’l-Âmil, Müessesetu’r-Risâle, 1986, Baskı: I, s. 96; Nureddin Itr, Menhecu’n-Nakd fî Ulûmi’l-Hadîs, 1418, Baskı: III, s. 405, İmam Münâvî, lafzî tevâtürü, ‘râvilerin lafız ve manada ittifak etmeleri’ şeklinde tarif etmiştir. (Bkz. Abdurrauf el-Münâvî, el-Yevâkît ve’d-Dürer, Mektebetu’r-Rüşd, Riyâd, 1999, I/246) Mahmut Tahhan Hoca da lafzî mütevâtiri, “Lafzı ve manası mütevatir olan” şeklinde tarif ederek yukarıdaki hadisi misal olarak zikretmiş ve ilaveten bu hadisin yetmiş küsür sahâbîden nakledildiğini ve sonraki tabakalarda bu sayının ziyadeleştiğini belirtmiştir. (Bkz. MahmudTahhân, Teysîru Mustalahi’l-Hadîs, s. 25) Sâlim el-Behnisâvî ise lafzî mütevatirin sayı olarak on dördü geçmeyeceğini, manevi mütevatirin ise nispeten daha fazla olduğunu beyan etmektedir. (Bkz. Salim el-Behnisâvî, es-Sünnetu’l-Müfterâ aleyhâ, Daru’l-Vefâ, Kahire, 1409, Baskı: III, s. 140 )

[20] el-Kettânî, Muhammed b. Ca‘fer, er-Risâletu’l-Müstatrefe li beyâni Meşhûri Kütübi’s-Sünneti’l-Müşerrafe, Yayınevi, Tarih: Yok, s. 3

[21] Ahmed b. Hanbel, Müsned, 17/149, No: 11085; Müslim, “Kitâbu’z-Zühd ve’r-Rekâik”, No: 72, Hakim, el-Müstedrek, No: 437

[22] Bu husustaki rivayetleri zıttına delalet eden rivayetlerle karşılıklı mütalaa etmek için bkz: el-Hatîbu’l-Bağdâdî, Takyîdu’l-İlm, Daru’l-İstikâme, 1429, Baskı: I, s. 17 vd; İbn Abdilber, Câmi‘u Beyani’l-İlmi ve Fadlih, I/268 vd. Darimî, Sünen, I/59

[23] İbn Abdilber, Yusuf b. Abdillah, Câmiu Beyâni’l-İlmi ve Fadlih, Daru İbni’l-Cevzî, el-Memleketu’l-Arabiyyetu’s-Su‘ûdiyye, 1414, Baskı: I, I/268

[24] Nitekim biz bugün Kur’an’ın nakledilmesindeki kesinliği ve ayetlerin sübutundaki katiliği bile ‘lafzî tevâtür’e borçluyuz. Zira aynı dönemlerde Kur’an-ı Kerim de sadırdan sadıra nakledilmiş ve bu durum yazının ilim ahzetme geleneğinde hususî bir yer edinmesine kadar devam etmiştir. Bu mahalde şöyle bir soru sorulabilir: Kur’an-ı Kerim hadislerden farklı olarak yazıya da geçirilmemiş midir? Bu soruya elbette ‘evet’ cevabı vermemiz gerekir. Fakat bugün Kur’an ayetlerinin sübutu hususunda bu denli katiyet sağlayan unsur ‘kitabet’ değildir. Bilakis nakledilişindeki lafzî tevatürdür. Nitekim biz bugün vahiy katiplerine ait olduğu söylenen bir-iki nüshaya rastlamış olsak bile bu bize Kur’an’ın tabaka tabaka tevatüren nakledilişi kadar bir kesinlik arz etmeyecektir. Zira bu nüshanın onlara aidiyeti yahut hiçbir tebeddüle uğramaksızın bize intikal edip etmediği hususları hep istifham barındıracaktır. (Abdülğanî b. Muhammed el-Mısrî, er-Reddu alâ men Yünkiru Hücciyyete’s-Sünne, Mektebetu’s-Sünne, 1989, Baskı: I, s. 421) Dolayısıyla Kur’an’ın naklindeki ana unsur bile ‘hıfz’ iken, o dönemin hıfz ile ilim telakkisini es geçerek hadislerin yazılmamış olmasından dem vurarak hücciyyetlerine gölge düşürmeye kalkmak bir yandan anakronizmdir diğer yandan ise gayr-ı samimidir.

[25] Bkz. Şemsuddin es-Sehâvî, Fethu’l-Muğîs Şerhu Elfiyeti’l-Hadîs, Daru’l-Kütübi’l-İlmiyye, Beyrut, Lübnan, 1403, Baskı: I, II/242

[26] Dârimî, Sünen, No: 324

[27]  Ma‘mer b. Râşid, Câmi‘, XI/327; İbn Abdilber, Câmi‘u Beyani’l-İlmi ve Fadlih, I/344; Beyhaki, es-Sünenu’l-Kübrâ, VII/335

[28] Ahmed b. Hanbel, “Müsned”, No: No: 326, Heysemî, “Gayetu’l-Maksat fi Zevaidi’l- Müsned”, I/315

[29] Hakim, “el-Müstedrek”, No: 380

[30] Hakim, “el-Müstedrek”, No: 5712

[31] Hakim, “el-Müstedrek”, No: 5711

[32] İbn Mace, “Sünen”, No: 36, Şihab el-Kudâ’î, “el-Müsned”, No: 549

[33] Ahmed b. Hanbel, “Müsned”, No: 12764

[34] Müslim, “Sahih”, Mukaddime, “Babu Tağlîzi’l-Kezib alâ Resûlillah” No: 2

[35] Darimi, “Sünen”, Mukaddime, No: 613

[36] el-Cezairi, “a.g.e”, 1/67,

[37] İbn Mace, “Sünen”, Mukaddime No: 26

[38] el-Cezairi, “a.g.e”,I/62

[39] Zehebi, “Tezkiretu’l-Huffâz”, I/15 Daru’l-Kütübi’l-İlmiyye, Beyrut-Lübnan, 1998, B.I

[40] Hatib el-Bağdâdî, er-Rıhle fî talebi’l-hadîs, Daru’l-Kütübi’l-İlmiyye, Beyrut, 1395, Baskı: I, s. 118

[41] Muhammed b. Matar ez-Zehrânî, Tedvînu’s-Sünneti’n-Nebeviyye Neş’etuhû ve tatavvuruhû, Daru’l-Minhâc, Riyâd, 1426, Baskı: I, s. 69 vd.

[42] Avvâme, Rivâyetu’l-hadîsi’ş-Şerîfi bil-Manâ‘ beyne’l-hükmi’n-nazarî ve’l-vakı‘i’l-İlmî, s. 25-31

[43] Bkz. Abdülhak ed-Dihlevî, Mukaddime fî Usûli’l-Hadîs, Daru’l-beşâiri’l-İslâmiyye, Beyrut, Lübnan, 1406, Baskı: II, s. 50

[44]  Suyûtî, Tedrîbu’r-Râvî, IV/421. Muhammed Avvâme hocamız, bu ifadeye düştüğü ta‘likte buradaki caiz değil ifadesinin ‘haramdır’ şeklinde anlaşılmasının doğru olacağı görüşünü öne sürmekte ve bunu İmam Gazzâlî’nin el-Müstesfâ’sında bu işe sarahaten haram demiş olmasıyla delillendirmektedir. (Bkz. Tedrîb, a.y.)

[45] https://www.youtube.com/watch?v=Gjk_T5RXS1c . Halis bey, linkini verdiğimiz bu konuşmasında ulemadan bir çoğunun tevatür seviyesine çıktığını ve kesinkes inanılması gereken bir akidevi esas olduğunu tasrih ettiği ve hatta İmam Es-Suyûtî, el-Âlûsî ve el-Keşmîrî gibi mütebahhir ve mütkin alimlerin inkârının tekfiri mûcib olduğunu beyan ettiği Nüzûl-i İsa meselesini tamamen şahsî ve sübjektif mülahazalarla ele almakta ve ‘eğer gelirse’ cümleleriyle meşkuk bir mesele derekesine indirmektedir. Akaid ilmine vakıf olanların da bildiği üzere “kesinkes itikat edilmesi gereken bir meseleye şüphe ile yaklaşmak o meseleyi inkâr etmek hükmündedir.” Aynı videoda yine ulemanın, hakkındaki manen mütevatir seviyesine ulaştığını açıkça tasrih ettiği Mehdî inancının Şia’dan Sufizm’e geçtiği oradan da Müslümanların inancına dahil olduğunu söylemektedir. Hiçbir ilmî dayanağı olmayan bu iddialardan sonra Halis bey, kendisine hiç de yakışmayacak bir üslûb ile Sufizmden tam bir selefi dili ile bahsederek sapkın tarikatların inanç ve rezil ameliyelerini tüm tasavvuf erbabına teşmil eden bir dille örnek olarak zikretmektedir. Videonun sonunda ise, Sufilik sadedinde öylesine şenî‘ bir örnek zikretmektedir ki, burada ona değinmek bile edebimizin el verebileceği bir şey değildir. Bu vesileyle Halis beye soralım: Sufizm diye başlık açıp da bu tarz sapkın itikat ve ameliyeleri bu başlık altında örnek göstererek ne yapmak istiyorsunuz? Su-i misali emsâl kılarak Müslümanlık adına altında işlenen onca rezil işlerin tüm Müslümanları bağlayacağını, temsil edeceğini savunabilecek misiniz? Şayet bunların Müslümanları ve gerçek İslâm’ı temsil etmeyeceğini söyleyecekseniz -ki doğru olan da budur- o halde niçin sapık tarikatların fiiliyatını bütün ehl-i tasavvufa mal eder mahiyette bir konuşma irad ediyorsunuz? Oradan buradan duyma bilgilerle birinci elden bilgi almadan konuşarak yüzlerce Müslümanı zan altında bıraktığınızın ve vebale girdiğinizin farkında mısınız? Sizin ahlâkîlikten anladığınız düstur bu mudur?

[46] https://www.youtube.com/watch?v=Ma0uAIZJbLo. Halis bey, bu cümlesiyle elbette ayet reddetmek bile caizdir demek istememiştir. Bilakis kendisi, fırka hadisini muhtevasından uzak bir manaya çekerek hadise takla attırmış ve sonra da bu takla atmış mana için bu cümleyi kurmuştur. Fakat ne olursa olsun, hangi manada söylenirse söylensin bir Müslümanın böyle bir cümle kurması asla kabul edilemez bir hatadır, vartadır.

[47] Elbette ki bu hadis, “Konstantin elbette ve muhakkak fetholunacaktır. Onu fetheden komutan ne güzel komutan, onu fetheden asker ne güzel askerdir” hadisidir. Bkz. Ahmed b. Hanbel, Müsned, 31/287, No: 18957; Hakim, el-Müstedrek, No: 8300; Taberânî, el-Mu‘cemu’l-Kebîr, No: 1216.