Kur’anın farklı dillerde okunup okunamayacağı, başka dillere çevrilmesinin imkâniyeti ucu eskilere dayanan meşhur tartışmalardandır. Mâzide bu konu ekseninde cereyân eden tartışmalar daha sonraları maksatlı bir şekilde farklı amaçların tahakkuku için mesnet olarak kullanılmıştır.Söz gelimi Ebu Hanife’ nin bir aralar namaz kılan kişinin farsça kıraatte bulunmasını tecviz etmesi asırlar sonra Kur’an’ın türkçeleştirilmesi ve bu Kur’an ayetlerin herkesin yorumuna açık vaziyete getirilmesi projesine zemin kılınmıştır.

Bahsi yapılan projenin işlem aşamasının ivme kazandığı bir dönemdi Mustafa Sabri Efendi’nin yaşadığı dönem. Özellikle Cumhuriyet döneminde Kur’an’a yönelik yapılan tercüme çalışmaları namazın türkçe kılınması raddesine gelmişti. Mezkur çalışmalar Mısır’ da çok büyük bir yankı bulunca Mısırlı Mustafa el-Merâğî ve Ferid Vecdî gibileri el-Edilletu’l-ilmiyye alâ cevâzi tercemeti maâni’l-Kur’an ile’l-lüğati’l-ecnebiyye ve Bahsun fî tercemeti’l-Kur’ani’l-kerîm gibi eserler yazarak bu çalışmaları olumlu karşılamış, bir diriliş faaliyeti gibi telakki etmiş ve müslümanların ilerlemesi için bu çalışmaların neticelendirilmesini –fıkhî deliller de getirerek- yazmış, çizmişlerdi. İşte böyle hassas bir zaman ve zeminde, yaşadığı asırda hakkı hakkaniyele dile getirmekten hiç yüksünmemiş olan Mustafa Sabri Efendi de kendisinden sonrakiler için baş yapıt olacak meşhur eserini telif etmişti: Mes’eletu Tercemeti’l-Kur’ân/ Kur’an’ın Tercümesi Meselesi…

Eseri üç bölümde özetlemek mümkün. Birinci bölümde Ezher şeyhi Mustafa el-Merâğî’nin es-Siyâsetu’l-üsbû’iyye ve el-Ahram’da yayımlanan ve Kur’an’ın tercüme edilmesini teşvik eden makalesinin eleştirisi yapılıyor. El-Merâğî’ nin Kur’anın aslî manalarının başka bir dile aktarımı durumunda aynen muhafaza edilebileceği, tercümeden hüküm çıkarmanın mümkün olabileceği, içtihat ehli olmak için arapçaya vukufiyetin şart olmayacağı gibi bir takım görüşleri ilmî bir üslupla tahlil ediliyor. Bu bağlamda el-Merâğî’ nin istidlal ettiği İmam Ebu Hanife’nin konuyla ilgili fetvasının nasıl anlaşılması gerektiği hususunda da yer yer mühim noktalara değiniliyor, önemli bilgilere yer veriliyor.

Eserin ikinci bölümü Alauddin el-Kâsânî’ nin mevzuyla ilgili görüşlerinin eleştirisine tahsis edilmiş. Fakat el-Kâsâni’yle kitabın eleştiri odağı olarak tayin ettiği diğer müelliflerin görüşleri arasında müşterek bir nokta bulunduğunda diğerlerine de göndermeler yapılıyor. Bedayi’ sahibinin İmam Ebu Hanife’yi  mezkur fetvasında haklı çıkartmak için Kur’an’ın mananın ismi olduğu konusunda kesin bir hükme varmasının eleştirildiği bu bölümde Kur’anın nazmın da ismi olduğu kelam ve usul eserlerinden nakiller yapılarak ispatlanıyor. Mananın Kur’anın bir cüzü olduğu ve bu sebeple Kur’an isminin karşılığı olamayacağına vurgu yapılan bu bölümde sadece mananın kıraat edilmesinin de caiz olmayacağı belirtiliyor.

Üçüncü bölüm Ferid Vecdî’ nin konu hakkındaki mülahazalarının irdelenmesine mahsus. Ferid Vecdî önce el-Ahram’da sonra da el-Mukattam’ da yayımlanan makalesinde Kur’an’ın ahkâmıyla ve tesis ettiği usulleriyle mu’ciz olduğu, “İ’câzu’l-Kur’ân”  ın cümle yapısıyla ilgili olmadığını vurgulayarak o zamanki tercüme faaliyetlerini bütün vecihleriyle tamamen mübahlaştırıcı bir üslup takınınca Şeyhulislam konuyla ilgili kaleme aldığı bu eserin üçüncü bölümünü ona tahsis ediyor.

Eserin üçüncü bölümünde kimi zaman gerideki konular tekraren ifade edilmekle birlikte tercüme faaliyetinin ideolojik arka planına, siyâsî vechesine, bu faaliyetlerle Kur’an’ın, nazmının i’câzını göz ardı etmek suretiyle tazif edilmesinin hedeflendiğine, o zamanki laik Ankara hükümetinin tercüme faaliyetleriyle güttüğü amacın; daha önce İslam’a vurdukları darbelerin yeterli olmaması ve bu faaliyetle tamamen İslam’ı öldürmek olduğuna vurgu yapılıyor. Her bir tercüme faaliyetinin farklı bir telakki, anlayış manasına geleceği ve bunun da toplumda görüş kargaşasına sebebiyet vereceğinin vurgulandığı bu bölümde arapların latin harflerini kabulü durumunda doğacak sebeplere değinildiği gibi tercüme ekseninde fıkhî tahlillere de yine yer veriliyor.

Ez cümle, Şeyhulislam Mustafa Sabrî Efendi’ nin bu eseri günümüz açısından ayrı bir önemi haiz. Zira biz, çok masum gibi görünen o günün tercüme faaliyetlerinin bugün “sadece Kur’an” sloganlarına nasıl dönüştü(rüldü) ğünü bizatihi müşahede etmiyor muyuz? Kulaklarımızla duyduğumuz ipe sapa gelmez âyet yorumları Şeyhulislâm’ın  “işin bidayetinden nihayetini görmesi” ifadesinden başka neyle açıklanabilir? Eser bu yönüyle de bir âlimin zamanındaki hadiseleri ilmî, ictimâî, siyâsî olarak nasıl okuması gerektiği konusunda tam bir “firaset” dersi veriyor.

Ne mutlu alabilene…