Hakîmu’l-Ümme terkibiyle mülakkap Hindistan’ın büyük allâmelerinden  Eşref Ali et-Tehanevî’(Rahimehullah)’ nin Aligar Üniversitesinde talebeler önünde yaptığı urduca konuşma, daha sonra Nur Alem Halil el- Emînî tarafından “el-İslâm ve’l-aklâniyye” isimli bir eserle arapçaya çevrilmiştir. Kitabın aynı zamanda Nurulbişr Muhammed Nurulhak tarafındandan da daha muhtasar biçimde yapılmış bir arapça çevirisi mevcuttur. Bu çeviri de Karaçi’deki Mektebetu camiati dari’l-ulûm tarafından  “el-İntibâhâtu’l-müfîde” ismiyle neşredilmiştir.

Et-Tehânevî mezkur eserinde günümüz aydın(!)larının sıkça dillendirdikleri şüphelere cevap vermekle birlikte aynı zamanda asrımızdaki fikrî sapmaların menşeine de dikkatlerimizi çekiyor. Bu zaviyeden bakıldığında eser, hastalıklı düşüncelere müptelâ olmuş zihinler adına tahlil,teşhis ve tedavi yöntemlerinin tamamını hâvî bir mahiyet arz etmekte.

Müellif, Kadim kelam ilminin günümüzdeki şüpheleri çözme noktasında işlev görmediği şeklindeki bir tenkidin, küllîyyat  açısından asla kabul edilemeyeceğini ve böyle bir iddianın ancak ve ancak mezkur ilmin bu günkü şüphelere cüz’î anlamda cevap vermediği şeklinde kabulle telakki edilebileceği üzerinde duruyor.

Eserin baş kısmında dinin hakikat ve sabiteleri noktasında selim aklın inkâr edemeyeceği belli davabıta yer veriliyor. Bu konu bağlamında “Bir şeyin anlaşılamamasının, batıl olduğu anlamına gelmeyeceği, aklen mümkün olup da hakkında müspet ya da menfi anlamda naklî delil bulunan konulara naklin ispat ettiği şekilde inanılmasının zorunlu olduğu, bir şeyin aklen muhal olmasıyla, uzak kabul edilen (müsteb’ad) olmasının farklı şeyler olduğu, bir şeyin var olmasının görülen olmasını gerektirmeyeceği, sırf naklî delillerle sabit olan şer’î hakikatlere dair aklî delil istenmeyeceği, nazîrle delilin aynı şey olmadığı” gibi kaideler tafsil ediliyor.

Eserde ısrarla üzerinde durulan bir konu da zaman, zemin, bahis ve mesele değişkenliğine göre her ikisi de şer’î hüccet olan akıl ve nakil arasındaki  denge unsurunun  nasıl oluşturulması gerektiği hususu. Eserde, rivayet ve dirayet bütünlüğünün nasıl oluşturulması gerektiği düşünüldüğünde  zihinlerde yerini alan “ne zaman aklı hüccet olarak telakki etmeli ve ne zaman aklı naklin karşısında hiç saymalıyız?” şeklindeki mukadder sorunun cevabında ortaya çıkan dört şıkka yer veriliyor. Sırasıyla sayacak olursak;

  • Mutearız olan Aklî ve naklî delilden her ikisinin de kat’î olması: Böyle bir şeyin şeriatta mevcudiyeti muhaldir.
  • Her ikisinin de zannî olması: Bu durumda naklî olan rivayet zahiri üzere hamledilir ve aklî delil hüccet addedilmez.
  • Naklî delilin kat’î olup aklî delilin zannî olması: Bu durumda kat’i suretle naklî delil aklî delile takdim edilir.
  • Aklî delilin kat’î olup naklî delilin de ya sübuten yahut da delaleten zannî olması: Bu durumda aklî delil naklî delilin önüne alınır. Dirayetin rivayete takdim edildiği tek mevzi işte burasıdır. Bütün mevzilerde bu son kaideyi işler hale getirmek rivayet ve dirayet kavramlarının arasındaki olmazsa olmaz uyumluluğu bozmak anlamına gelir.

Bahsi yapılan eser bu söylediklerimizin dışında; “Allah Teâlâ’nın dışındaki her şeyin hadis olduğunu ispat sadedinde maddenin hüdusu, Allah’ın kudretinin umumiliği, Nübuvvet konusu etrafındaki şüphelere cevaplar, edille-i şeriyye’ye bakış açımızın nasıl olması gerektiği, Melek, cin ve İblis gibi varlıkların hakikatleri” gibi konularda mühim tenbihler içeriyor.

Netice olarak şunu söyleyebiliriz;  et-Tehânevî’nin bu eseri, günümüzdeki akide tufanında sahih bir İslam inancına sahip olabilmek için taşların yerli yerine konulması gayesi güttüğü gibi aynı zamanda İslâmî ilimlerdeki rivayet ve dirayet irtibatının müstakim bir şekilde nasıl kurabileceği noktasında okuyucusuna mihenk taşı olma özelliğini taşıyor. Eser bir çok yönüyle değerlendirildiğinde mütalaa edilmekten öte özellikle içinde bulunduğumuz çağa nispetle ders halkalarında ta’lim ve taalüm edilmek için şayanı tavsiye bir eser.