Tüm dinlerin İslâm olduğu görüşü delilden yoksun ve tamamen varsayımdan ibaret bir savunudur. Zira tüm dinlerin İslâm olduğunu savunabilmek için, mahiyet itibarıyla diğer dinlerin de İslâm’dan farkı olmaması gerekir. Yahut en azından temel esasları itibarıyla İslam’a muhalif inançları barındırmamaları gerekir. Oysa İslâm dışı dinleri incelediğimizde inançları açısından İslâm’ın esaslarına taban tabana zıt olacak görüşleri ihtiva ettiklerini görmekteyiz. Bu durum tüm dinlerin İslâm olabileceği görüşünün itibar edilemeyecek derecede asılsız olduğunu göstermektedir. Nitekim bugüne dek Allah katından gönderilmiş olan tek din İslâm’dır.[1] İnsanlık tarihi boyunca tüm peygamberler İslâm’ın, tevhid, adalet, fıtrata göre yaşama gibi ana esaslarını tebliğ etmişlerdir. Şu kadarı var ki peygamberlerin şeriatları arasında ana esasların dışındaki dini hükümlerde farklılıklar olmuştur.

Tüm dinlerin İslâm olduğu, eşit seviyede hakikate götürdükleri düşüncesi hususen yakın zamanlarda Yahudilik, Hristiyanlık ve İslâm arasına diyalog çalışmaları yapan, bu üç dine de inanan kimselerin Cennet’e girebileceğini savunan kimseler tarafından gündemde tutulmuştur. Yakın zamanda bir felsefecinin de bu minvalde bir şeyler söylemiş olması meseleyi biraz daha fenomen hale getirmiştir.

Meselenin felsefî ve tarihi arka planına gelince; felsefe tarihinde 19. Yüzyıldan itibaren nihâî aşkın varlığa götüren metafizik bir teori olarak kullanılmaya başlanan, esas itibarıyla John Hick tarafından global bir din kuramı olarak geliştirilmeye çalışılan “çoğulcu din anlayışı” diye bir terim vardır. Bu terim özet itibarıyla bütün dinleri, hasseten üç dini Allah’a eşit seviyede ulaştıran yollar olarak kabul eden dinler arasında ayrım yapmayı reddeden bir anlayışa sahiptir. Bu terimdeki anlayışa göre mevut dünya dinlerinin tamamı mensuplarını kurtuluşa erdirecektir.[2] Aslında bu teori gayr-ı aklî, mantıksız bir teoridir. Zira mantık ilminde öğrendiğimiz üzere esas itibarıyla birbirlerine zıt olan birden fazla nazariyenin her ikisinin de doğru olma ihtimali olamaz. Zıtlık aynı mahalde toplanmanın muhal olması demektir. Nasıl ki bir şeyin aynı anda hem siyah hem de beyaz olması mümkün değilse, esasları açısından birbirlerine zıt olan iki nazariyenin de doğru kabul edilmesi; doğruya ulaştırdığının iddia edilmesi aklın onay verdiği bir şey değildir. Bu durumu daha güncel bir tabirle dile getirmek gerekirse, karşıt önermelerden birinin doğruluğu mutlaka diğerinin yanlışlığını gerektirecektir.

Bu anlamda gerek Hristiyanlık ve Yahudilik gibi ‘semâvî’ olarak tabir edilen dinlerin gerekse de diğer muharref ve batıl dinlerin inanç esaslarını incelediğimizde İslâm ile esaslara taalluk eden konularda zıtlık içerisinde olduklarını; asla bağdaştırılamayacaklarını görmekteyiz. Bunun çok kestirme ve bariz bir ispatı olarak, dinin en temel meselesi olan ilâh tasavvurunu ele alabiliriz. Zira ilah tasavvurlarında bağdaştırılamayacak şekilde farklar bulunan dinler birbirlerinin zıttıdırlar. Bu halde onlardan birinin doğruluğu diğerinin yanlışlığını mutlaka gerektirecektir. Diğer bir ifadeyle bu dinlerden birinin hakikate götürüyor olması gayrısının hakikate götüremeyeceği sonucunu bize verecektir.

Buna göre, Hristiyanlığın ilah tasavvuruna baktığımızda tenleşme (incarnatio) inancının var olduğunu görüyoruz. Hristiyanlar tanrının yaratılmamış olan ezeli mesajının tenleştiğine ve ezeli olarak aramızda İsa olarak kalacağına inanmaktadırlar.[3] Aynı şekilde Hristiyanlıkta İsa tanrının oğlu olarak da kabul edilmektedir. Hristiyanlığın tanrı inancını ifade etmede kullanılan teslis inancında da “Baba, oğul ve kutsal ruh” üçlüsü vardır.[4] Bunlar gibi daha nice ilah tasavvuruna ilişkin inançlar İslâm’ın asla tasvip etmediği; batıl addettiği inanış biçimleridir.

Yahudilikte ise tanrı temelde her ne kadar tek olarak tanımlanmasa da bu inanca birçok beşerî unsur ilave edilerek oluşturulmuş bir ilah tasavvuru karşımıza çıkmaktadır. Buna göre ilah tıpkı bir insan gibi bahçede dolaşmakta (Yaratılış, 3/8), ağaç arkasına saklananları göremez (Yaratılış, 3/9), bir insanla güreşe tutuşur (Yaratılış, 32/28), uyur (Mezmurlar, 59/5), ok atarak insanları yaralayabilir (Mezmurlar, 64/7) ve oturur (Mezmurlar, 47/8).[5]

Oysa İslâm’a göre bütünüyle bu ilah tasavvurlarının tamamı batıldır. Zira müminlerin inandığı Allah ﷻ tektir ve hiçbir ortağı yoktur. Onun benzeri hiçbir şey yoktur. Hiçbir şey onu aciz bırakamaz. Ondan başka ilah yoktur. Başlangıcı olmaksızın kadimdir, sonu olmaksızın dâimdir. Yok olması mümkün değildir. Sadece onun istediği olabilir. Vehimler onu idrak edemez, anlayışlar onu anlayabilmekten acizdir. Asla yaratılanlara benzemez. Cismiyet özelliklerinden tamamen münezzehtir.[6] Görüldüğü gibi İslâm’ın ilah tasavvurunu diğer dinlerle bağdaştırabilmek asla mümkün değildir. Öyleyse, dinin en temel meselesi ilah tasavvuru olduğuna göre ve daha bu noktada bu denli belirgin farklılıklar söz konusu olduğuna göre tüm dinlerin İslâm olduğu ve aynı hakikate götüren farklı yollar oldukları nasıl iddia edilebilir? Azıcık akli melekeye sahip olan birinin böyle bir şeyi iddia etmesi mümkün müdür?

Son olarak çoğulcu düşüncenin göze çarpan önemli dini ve felsefi arızalarını şöyle özetlememiz mümkündür:

  1. Bu teori, dinde özel bir bilgi kaynağı addedilen vahye yer vermemektedir. Oysa vahiy dinde hususi bir bilgi kaynağı olarak kabul edilmediğinde dinin ilahiyat alanıyla ilgili doğrularının belirleyici bir unsuru kalabilir mi?
  2. Dini çoğulculuk dini ahlaka indirgemektir. Dinin elbette ahlâkî alanla ilgili belli düsturları vardır. Fakat dini bu alana indirgemek, diğer sahalarda vaz ettiği ölçüleri yok etmek ve dinin birçok düsturunu kesip kırpmak manasına gelir ki bu da dinin bir bütün olarak ele alınmadığını gösterir.
  3. Esasları itibarıyla bambaşka sayılması gereken bu farklı dinleri hakikate götüren farklı yollar olarak görmek aklın kabul edebileceği bir şey değildir. Zira birbirlerine zıt olan iki önermenin her ikisinin de doğru olduğunu savunmak gayr-ı akli bir tez olur. Düşünün: Hz. İsa’ya tanrıdır diyen kişinin görüşüyle tanrı değildir diyen kişinin görüşü aynı anda doğru kabul edilebilir mi?[7]

Ez cümle tüm dinlerin İslâm olduğu ve hepsinin hakikatin farklı yolları olduğunu iddia etmek hem İslâm’ı bilmemek hem de onun dışındaki batıl dinleri de mahiyet, tarih ve ekolleri itibarıyla bilmemekten neşet eden, realiteden yoksun, kurgusal ve bir o kadar da ‘duygusal’ bir hipotez olmaktan öteye geçemez.


[1] İbn Kesir, Tefsîru’l-Kur’âni’l-Azîm, Daru Tayba, 1420, Baskı: II, II/25

[2] Yrd. Doç. Dr. Hasan TANRIVERDİ, “Dînî Çoğulculukta Din Tasavvuru”, International of Social Science, Cilt: 6, Sayı: 7, Temmuz 2013, s. 1040

[3] Michel Thomas, Hristiyan Tanrı Bilimine Giriş, Orhan Basımevi, İstanbul, s. 56

[4] Şinasi Gündüz, Hakan Olgun, Mahmut Salihoğlu, Elif TOKAY, Dinler Tarihi, İstanbul Üniversitesi, s. 172

[5] Sait Kar, Bütün Dinler Aynı Hakikate mi Götürür, Erzurum, 2014, s. 428

[6] Bkz. Ebu Cafer et-Tahavi, el-Akîdetu’t-Tahâviyye, Daru İbn Hazm, s.8-9

[7] Dini çoğulculuk teorisinin eleştirisi için bkz. M. Kazım Arıcan, “Dînî Çoğulculuk Paradigması ve Eleştirisi”, C.Ü İlahiyat Fakültesi Dergisi, Cilt: XV, 2011