(Sellu’l-Hüsâmi’l-Hindî li Nusrati’ş-Şeyh Halid en-Nakşibendî)

Kur’an-ı Hakim, Allah ﷻ ’tan hakkıyla korkan kişilerin âlimler olduğunu söyler.[1] Bu sebeple alimler gerek sözlerinde ve gerekse şehadetlerinde diğer insanlardan farklı addedilirler. Zira Cenab-ı Hak kendinden başka ilah olmadığına öncelikle zat-ı sübhaniyesini, sonra meleklerini ve sonra da alimleri şahid olarak zikreder.[2] Bu durum alimlerin şehadetinin ne denli önemli olduğunu göstermekte kâfidir tek başına. Mevlânâ Halid büyük bir mürebbi ve mürşid olduğu kadar alimdir de aynı zamanda. Onun özellikle usul, hadis ve kelâm alanlarındaki derinliği ehlinin malumudur. Bizler bu makalede onunla aynı devirde yaşamış olup ilim dünyasına adını altın harflerle kazımış olan ve aynı zamanda da Mevlânâ Halid’e intisap etmiş bulunan İbn Abidin merhumun nazarında Mevlânâ Halid konusuna değineceğiz. Bu konu etrafında konuşurken elbette ki meselemizi ilk tahkik çalışmamız olan ve bu konuyla birebir taalluku olan bir kitap üzerinden yani Sellü’l-Hüsâmi’l-Hindî üzerinden yürüteceğiz.

Mevlânâ Halid, İstanbul’a halife olarak gönderdiği Abdülvehhab es-Sûsî’nin tarikata ve Şeriata uymayan işleri sebebiyle onu görevden azletmiş ve tarikattan kovmuştu. Kendisinden “mütemerrid halife” olarak bahsedilen bu şahsın daha sonra Medine-i Münevvere’ye giderek Hâc Hamdî Dâğıstânî gibileriyle birliktelik kurarak Mevlânâ Halid’in aleyhinde bir takım iddiaları ihtiva eden bir risale kaleme alması üzerine Hazret susmayı tercih etse de İbn Âbidîn bir risale kaleme almayı vazife addetti. Daha doğrusu Mevlâ Halid, ilgili risaledeki iddiaları iptal eden bu risaleyi kaleme almasını kendisinden istedi. Bunun üzerine İbn Âbidîn, Sellu’l-Hüsâmi’l-Hindî li Nusrati’ş-Şeyh Halid en-Nakşibendî  isimli risalesini telif etti. Şimdi, bu risalenin muhteviyatını özetlemeye gayret edelim:

Risale, besmele ve hamdele safhasından sonra telif sebebini zikrederek başlamaktadır. İbn Âbidîn, asrının meşhur imamı, büyük arif, biricik imam ve yol gösteren, şerefli önder olmak gibi birçok vasıfla tavsif ettiği Mevlânâ Halid’e karşı bazılarının batıllarla dolu bir risale telif ettiğini ve kendisinin yazdığı risalenin de buna bir reddiye niteliğinde olduğunu belirterek söze başlamaktadır. İbn Âbidin’e göre Mevlânâ Halid’in üstünlüğü ve faziletlerini inatçı münkirden başkası reddetmez. Onun feyiz ve bereketi büsbütün alemi kuşatmış ve Nakşibendiye tarikatı onunla şöhret kazanmıştır. Bunun yanında onun kaleme aldığı telifler ve ilmî yönü de meziyetine meziyet katan apayrı bir yönüdür. Bu yüzden avam havas herkesin nazarında fazileti kabul edilmiş hatta Devlet-i âliye tarafından bile teslim edilmiştir.

Mertebesi bu denli büyük olan Mevlânâ Halid kendisine bu risaleyi yazmasını emretmiş ve o da hiçbir ihmal ve imhal olmaksızın bu emre imtisal etmiştir. Evliyaullaha uzanan dilin etkisini yok etme niyetiyle kaleme alınmış bu enfes risale bir mukaddime, dört fasıl ve bir de hatimeden müteşekkildir. Mukaddime kısmı bu risalenin yazılış sebebi, Mevlânâ Halid’e saldıran risalenin ne söylediği ve Şeyh İsmail isimli şahsa nispet edilen sözlerin bizatihi kendisi tarafından yalanlandığı mektubun metni ve başka nakillerin serdedilmesinden oluşmakta.  İbn Abidin daha risalenin mukaddime kısmında Mevlânâ Halid’e iftira eden kişinin bir kısım fıkhî fetvaları alakasız ve yanlış bir şekilde delil almasını ortaya çıkarak hasmını re’sen ilzam etmektedir. Ve bu kısımda Evliyaullaha karşı takınılması gereken tavra yönelik de önemli şeyler söylemektedir. Bu bölümde, evliyaullahın  işlerini sahih bir mahmile hamleden ve Allah ﷻ’a ısmarlayan kişilerin Cenab-ı Hakk ﷻ’a ulaşmalarının ümit edilebileceği vurgulanırken aksi tavır takınıp itiraz eden, kusurlarını araştıran kimselerin de mahrum olacakları, iflah olmayacakları ve son nefeslerinde kötü bir netice ile karşılaşacakları tembihlenmektedir. Muhalif tarafından yazılan risalede Mevlânâ Halid’e yönelik tekfir ifadeleri kullanıldığı için, Mukaddime kısmında Evliyaullaha saldırana Allah ﷻ’ın savaş açtığına dair kutsi hadis ve bir Müslümanı yersiz olarak tekfir eden kişinin kendisinin kâfir olacağına dair hadisler serdedilmektedir. Meselenin doyurucu bir şekilde fıkhî cihetinin de ortaya konduğu bu bölümde Mevlânâ Halid’e bu yakışıksız ifadeleri kullananlara güçlü bir darbe vuruluyor. Hadisenin Usûl-i Hadis, Usûl-i Fıkıh ve sair ilimler açısından da tahlil edildiği bu bölüm bu saldırıların tamamen hasetten neşet ettiğini vurgulamak amacıyla zikredilen hadis-i şerifi de ihtiva ediyor.

Birinci fasılda velinin tarifi ve Eyliyânın kerameti konusu ele alınıyor. İmam et-Teftâzânî’nin Şerhu’l-Makasıd’ından velinin tarifi ve kerametin ne olduğu ile ilgili nakil yapılıyor. Sonrasında cumhur ulemanın kerametin hak olduğuna dair ittifak halinde olduğu, buna Mu’tezile’nin muhalefet ettiği zikredilerek devam ediliyor. Velinin kerametinin Nebi’nin mu’cizesi olduğu ve fıkıh kitaplarımızda kerametle ilgili nakillerin bulunduğu ortaya konuyor. Keramet konusun gereği kadar ve gayet mukni bir şekilde ele alındığı birinci fasıldan sonra ikinci fasla geçiliyor.

Bu fasılda Cinlerin kontrol altına alınıp alınamayacağı ve onlarla bir araya gelmenin mümkün olup olmadığı işleniyor. Cinlerin, farklı şekillere girebilen havâî, latif cisimler oldukları belirtilerek başlanan bu bölümde onların melek ve şeytanlarla farkları da ortaya konmaktadır. Hadislerden ve fıkhî hükümlerden hareketle cinlerle bir araya gelmenin mümkün olduğu, hatta onları belli başlı bazı işler için istihdam etmenin muhal olmadığı ve bütün bunların Cenab-ı Hakk’ın izniyle olduğuna inandıktan sonra akidevi olarak hiçbir sıkıntı arz etmeyeceği ifade ediliyor. Yapılan bolca naklin güzel bir şekilde ispat ettiği bu istidlalle birlikte muarızların Mevlânâ Halid’e yönelik bu meyandaki itirazları da çürütülmüş oluyor. İbn Âbidîn nazarında bir keramet mahsulü olarak Mevlânâ Halid’in cinlere inabe vermesi veya belli başlı bazı meselelerde onlardan yardım alması şeriat harici bir şey değildir. Zira bir kısım ayetler, hadisler ve sahabe uygulamalarına baktığımızda bunu rahatlıkla müşahede edebilmekteyiz.

Üçüncü fasılda Mevlânâ Halid’in itham edildiği sihir mevzuu masaya yatırılıyor. Hakeza yine Şerhu’l-Makâsıd’dan sihrin ne olduğunun nakledilmesiyle başlayan bu bölüm Mu’tezile’nin konu hakkındaki görüşüne de değinilerek devam ediyor. Bu bölümde hususen üzerinde durulan konu sihrin hükmüdür. Zira muhalifler sihir yaptığı gerekçesiyle Mevlânâ Halid’i tekfir ettiler. Onun aleyhine yazdıkları risalede fıkha göre sihir yapan kişinin kafir olacağına dair şeyler zikrettiler. İbn Abidin de bu bölümde mevzuyu dört mezhebin alimlerinden yaptığı nakillerle tahrir ediyor. Netice olarak dört mezhebe göre de sihrin helal olduğuna inanarak yapan kişinin kafir olacağı sonucuna varılıyor. Bu tafsil, Mevlânâ Halid’in bir sihirbaz olduğunun teslim edilmesi anlamında değil, muarızların yaptıkları yalan ithamın altında yatan yarım yamalak bilginin ispat edilmesi amacına matuftur. Bunun dışında bu fasılda sihir yapan kişinin öldürülmesi, sihrin çeşitleri, bizatihi yıldızların tesirinin olduğuna inanan kişilerin tekfir edilmesinin bazı Şafiiler tarafından müşkil bulunmasının tahlili gibi birçok konu da yer alıyor.

Dördüncü fasılda ise gaybın bilinmesi meselesi etraflı ve esaslı bir şekilde tahlil ediliyor. Muarızların Mevlânâ Halid’in gaybı bildiğini iddia ettiği ve bu yüzden tekfir edilmesi gerektiği şeklindeki iddialarının asılsız hurafelerden ibaret olduğu ortaya konuyor. Zira onların gaybı bilmek şeklinde nitelediği şey, Allah ﷻ’nin kimi zaman bir mucize ve kimi zaman da bir keramet mahsulü olarak bazı kullarına bildirebileceğini haber verdiği bilgilerdir. İbn Âbidin bu bölümde gaybın kaç çeşit olduğu,  hangi gaybın asla Cenab-ı Hak dışında kimse tarafından bilinemeyeceği, ilgili ayet-i kerimeleri nasıl anlamamız gerektiği gibi bir çok knuyu çok enfes bir şekilde tahkik ediyor. Bunun dışında gaybı bilmekle ilgili fıkıh kitaplarımızdan yaptığı kâfî ve vâfî nakiller de okuyucuyu ikna, muarızı da ilzam için mücevher niteliği taşıyor. İbn Abidin nazarında Mevlânâ Halid’in bu tür kerametler göstermesi karalanmasını mucip bir şey olmadığı gibi onun şanına yakışır bir üstün meziyettir. Zira Cenab-ı Hak onu veli bir kul olarak seçmiş ve diğer kullarına bahşetmediği bu tür üstün vasıfları ona ihsan buyurmuştur. İbn Âbidin bu bölümde yine konuyu evliyaullaha karşı gelmek noktasına taşıyarak bunun ne denli kötü akıbetlere maruz kalmaya sebep olacağı, Allah ﷻ’tan yüz çevirmenin alameti olduğu yönünde tembihlerde bulunuyor.

Eserin hâtime kısmı Mevlânâ Halid’in tarihçe-i hayatına ayrılmış. İbn Abidin bu bölümde şeyhinin hayatını anlatıp meziyetlerine dikkat çekiyor. Yaptığı rıhleler, seyahatler, ders aldığı hocalar, Nakşibendiye tarikatine intisabı, telif ettiği eserler gibi mevzuların el-Hadikatu’n-Nediyye’den naklen zikredildiği bu bölümde ahir ömründe şeyhiyle yaşadığı bir hatırayı da zikrediyor İbn Abidin: “Son çocuğunun vefatı sebebiyle taziye için yanına girdiğimde nur saçan yüzüyle tebessüm eder halde buldum kendilerini. Bana ‘Kalbimde, bu acı hükme karşı istirca’dan çok  hamd ve rıza duygusunu hissettiğim için Allah ﷻ’a hamd ediyorum’ dedi.

‘Zilkade ayının on biri Salı günü güneş batımından evvel kendisini ziyaret ettim. Ve kendisine iki gündür rüyamda Hz. Osman efendimizin vefat ettiğini ve benim de onun cenaze namazını kıldığımı gördüğümü söylediğimde ‘Ben de Hz. Osman (radıyallahu anh)’ın neslindenim’ buyurarak bu rüyanın kendisine işarette bulunduğunu ima etmişti. Sonra haber aldım ki yatsı namazını kılıp, müridlerine vasiyette bulunmuş ve arzu ettiği şeyleri onlara aktarmış ardından evine girmiş ve o gece vefat etmişti.’ Cenazesini de tıpkı görmüş olduğu rüyanın işaret ettiği gibi o büyük fakih İbn Abdin kıldırmışı.

 

Allah hepsine rahmet eylesin ve şafaatlerine nail eylesin…

 


[1] Fâtır, 28

[2] Âl-i İmrân, 18