Sünnet’e saldırmayı yaşamalarının bir amacı haline getirenler her geçen gün yeni bir iddia ile çıkıyorlar karşımıza. Ortaya attıkları her bir iddia ile Sünnet’i ve onun üzerinden de İslam’ı itibarsızlaştırmaya gayret ediyorlar. Ellerinden geleni ardına koymadan ortaya koydukları bu çaba ve uğraşı batılı terviç yolundaki ana sermayelerini teşkil ediyor. Her yola başvurmayı mübah kabul eden bir tutumla hareket ederek Hz. Peygamber ﷺ’in sünneti üzerinde şüpheler uyandırmayı üzerlerine vazife edinen bu güruhla başımız ciddi anlamda derde girmiş durumda. Zira mesnedi olup olmadığına yahut mesnedinin isnadi açıdan ne durumda olduğuna hiç bakmaksızın işe yarar gördükleri her türlü iddiayı kamuoyunun gündemine taşımayı eksik etmiyorlar hiçbir zaman. Vazifelerini yerine getirirken de hep aynı noktalardan hareket ediyorlar. Allah Resulü ﷺ’nün hadisleriyle hiçbir dertlerinin olmadığını, sünnetin aslını kabul ettiklerini fakat sonraki asırlarda patlak veren uydurma hadis furyalarında sünnet külliyatına bir çok hadis olmayan sözün hadis olarak sokuşturulduğunu savunuyorlar. Bunu yapan insanların da dönemin siyasi çıkar ve menfaatlerinden istifade maksadını taşıdıklarını da hemen ekliyorlar yanına.

Bu maksatla ortaya attıkları iddialardan biri de bahsini yaptığımız meseledir. İddia sahiplerine göre aynı siyasi kaygılar ve menfaatler nedeniyle Hz. Peygamber ﷺ’in beş yüze yakın hutbesi imha edilmiştir. Bunun sebebi de tarih içinde meydana gelen siyasi çekişmeler ve zamanın sultasına yaranmaktır. Bahsi yapılan asır da H. 3. Asır olup Buhari ve Müslim’in ber hayat oldukları zamandır. İddiaya göre bu beşyüz hutbe dönemin Abbâsî hilafetindeki mevcut nizama aykırılık teşkil ettiği için imha edilmiştir. Bu sebeple de ilgili tutum tüm hadislerin aktarımına yansımıştır. Yani imha edilen bu hutbelerin dışında da bir takım çıkarlara aykırı görülen hadisler farklı sebeplerle ya gizlenmiş yahut da tamamen imha edilmiştir.

Tamamen hadis külliyatına şüphe derç etmek gayesiyle gölü bulandırmak için ortaya atılmış bu iddiaların yönetiminde İslam düşmanları ve hedefinde de İslam’ın ta kendisi olduğu izahtan varestedir. Nitekim bunun gibi nice mesnetsiz iddialarla İslam’ın muradullaha muvafık bir şekilde anlaşılmasını temin edecek hadisler çeşitli şaibelerle müminlerin nazarında itibarsızlaştırılmalı ve sonraki merhalede iş Kur’an’a da getirilmelidir. Netice olarak yapılmak istenen şey, olmayan şeyleri varmış gibi göstererek olanları da oldukları şekilden farklı bir şekle büründürerek Müslümanların itikat ve istikametlerini bozmaktır. Bu tür iddiaların hemen tamamının hedefinde yatan ana gaye budur.

Bahsini yaptığımız asılsız iddia ile ilgili söyleyebileceklerimizi şu şekilde sıralamamız mümkündür:

  1. Hadis ilimleriyle uğraşanların da malumu olduğu üzere tarihî bir hadisenin var olup olmaması isnada bağlıdır. İsnaden bize kadar intikal eden şeylerin varlığına hükmettiğimiz gibi hiçbir şekilde bir mesnede dayanmayan şeylerin yokluğuna hükmederiz. Bu, aklın ve izanın bir gereğidir. Aksi durumda her kes her istediği vehmî şeyleri tarihte var kılabilme çabası içine girecektir. Bu da büyük bir kargaşanın ve bilgi kirliliğinin kapısını açmak anlamına gelecektir.
  2. Durum buyken bu iddianın sahipleri Hz. Peygamber ﷺ’in beşyüz hutbesinin siyasi amaçlarla imha edildiğini nasıl söyleyebilmektedirler? Zira böyle bir iddia hiçbir kaynakta geçmediği gibi muayyen zümreler tarafından filan zamanda uydurulmuş olduğu da zikredilmemektedir. Böylesine hayâlî bir iddiayı varmış gibi nakletmek ilme ve akla hakaret anlamına gelmektedir?
  3. Alettenezzül böyle bir hadisenin vuku bulduğunu varsaymamız durumunda da ortaya şöyle bir işkal çıkıyor: Tedvin edilmeyen ve imha edilen bir şeyin sayısı nasıl bilinmektedir? Üstelik durum sadece sayı belirtilmesinde kalmamış bu hutbelerin hangi amaçlarla imha edildiği de zikredilmiştir. Tedvin edilmeyen bir şeyin adedinin bilinmesi ve hatta hangi amaçlarla imha edildiğinin söylenmesi açık bir tenakuzdur.
  4. Bilgili hutbelerin o günkü siyasi erke aykırılıklarından dolayı imha edenlerin iddialarını bir anlık kabul ettiğimizde bu hutbelerin içeriklerine nasıl vakıf oldukları da ayrı bir açmaz olarak çıkıyor karşımıza. Zira bu hutbelerin muhtevalarına vakıf olduklarını gösteren bu iddia bu vukufiyetin nasıl kesb edildiği sorusunu akla getirmektedir. Zira asırlar sonra bu hutbelerin içeriğine vakıf olduklarını gösteren bu iddia ilgili hutbelerin iddia edildiği gibi imha değil tedvin edildiği sonucunu intaç etmektedir.
  5. Bu durumda da halen bu hutbelerin muhtevalarına vakıf olmadıklarını savunacak olurlarsa o zaman bu iddianın sahiplerinin gaybı bildikleri şeklinde bir sonuçla karşılaşmış olmaktayız. Zira imha edilen hutbelerin yok edilme sebeplerini de söyleyerek böyle bir iddia ortaya atmak asırlar sonra yaşayan müddeilerin o hutbelerin muhtevasına vakıf oldukları yani gaybı bildikleri anlamını taşımaktadır.
  6. Bütün bu ihtimallerin sonucu olarak, bu iddiayı ortaya atanların iki ihtimalden birini kabullenmelerinin dışında bir seçenekleri kalmıyor: Ya mezkur hutbelerin tedvin edildiğini kabul etmiş olacaklar ve böylece iddia ettikleri şey tamamen düşecektir. Ya da bu hutbelerin içeriğine vakıf olduklarını iddia edecekler ve böylece de iddialarının sebebi sakıt olacaktır. Bu iki açmaz karşısında ne yapabilecekleri kendileri tarafından bilinecek bir iştir.

Hakikat şu ki Allah Resulü ﷺ’nün hutbeleri sair hadisler gibi tedvin edilmiştir. İkinci asırdan itibaren başlayan bu çalışmalarda her zamana ve her mekana hitap eden, ümerayı ikaz eden hadisler nasıl ki mukaddes bir emanet olarak tedvin edildiyse hutbeler de toplanıp nakledilmiştir. Bunun aksini savunanların elinde soyut ve batıl gerekçelerin dışında hiçbir şey yoktur. Zira biz Hz. Peygamber ﷺ’in hutbelerinin hadis, siyer, tarih ve bazı i’caz-i Kur’ânî kitaplarında kayıtlı olduğunu görmekteyiz. Bu rivayetlerin hadis ilmi kriterlerine göre tashih ve taz’if edilmesi ise bir bahs-i diğerdir.

Hz. Peygamber ﷺ’den hutbe olarak nakledilen rivayetlerin sair hadis rivayetlerinden ayırt edilebilmesi için beli emareler vardır. Nitekim hutbe olarak nakledilen rivayetlerde “Ey insanlar”, “Minberin üzerindeydi”, “Allah ﷻ’a hamdü senada bulundu”, “Resulüllah hutbe veriyordu”, “Safa’nın üzerindeydi”, “Kasvâ’nın üzerindeydi” gibi kayıtlar mevcuttur. Bu kayıtların bulunduğu rivayetlerin Hz. Peygamber ﷺ tarafından hutbe olarak ifade buyrulduğu rahatlıkla anlaşılmaktadır.

Esasen bu vartaya düşenlerin zihnî dünyasında Allah Resulü ﷺ’nün hutbeleri günümüz dünyasındaki hutbeler gibidir. Nasıl ki bu günkü hutbeler yarım saat, bir saat gibi uzun müddet sürüyorsa o zamanki hutbelerde bu müddet zarfında irad ediliyordu onlara göre. İddialarını bu anlayış üzerine bina ettikleri için Hz. Peygamber ﷺ’in hayatı boyunca irad ettiği hutbelerin bugün elimizde olanlardan çok daha fazla olması gerektiğini düşünmüşler ve çözümü de tedvin tarihinde bir çok hutbenin siyasi otoritelerin hatırına imha edildiğini savunmakta görmüşlerdir.